bababaa

TAYLOR COLERIDGE, IRON MAIDEN, DAVY JONES VE ÖTESİ

Kıymetli Metalseverler,

Şubat 2021’de mini mini başlayan Clubhouse odam Metal Oda’yı caniçi Deli Kasap mecmua sayfalarında sizlerle buluşturacağım için inanırmaz heyecanlıyım. Clubhouse da neymiş bi arkadaşa bakıp çıkacağım diyerek başladığım Metal Oda maceram instagram ve twitterda da tam gaz devam ediyor. Clubhouse’a kulüp kurma özelliği gelince benim neyim eksik, ben metale gönül vermiş biriyim, hem çalar hem söylerim, ben de derdimi anlatayım diyerek kurduğum Metal Odam, haftada bir Pazar günleri gümbür gümbür ağırlıklı olarak yeni melodeath ve black metal gruplarına yer vererek sanat ve edebiyat açılımları yapmakta. Bu yazıda programlarımdan birinde derinlemesine didiklediğim Iron Maiden’ın The Rime of the Ancient Mariner’ını kendi gözümden paylaşmak istiyorum sizlerle. Benden gördüğü eziyete dayanamayıp sonunda hurdahaş olan VHS formatındaki Live After Death video kasedimde yeralan, alık alık bin kere seyrettiğim, 1984 Powerslave albümünden The Rime, bildiğiniz üzere, 13 küsür dakikalık muazzam bir başyapıttır bence. Haydi başlayalım didiklemeye…

Gerek sözleri, gerek müziğiyle bu yüce İngiliz heavy metal grubunun, romantizmin temsilcisi ve kendi vatandaşı büyük şair Samuel Taylor Coleridge’e saygı duruşudur The Rime. (Anlayana tabii..Ben o yıllarda arkadaşlarıma: Bak,  Dave kardeş negzel çalıyo gitarı, bak Bruce abi nasıl söylüyor diye kendimi yırtmaktaydım ama popçu ve cazcı arkadaşlarım bana kulak asmıyordu.) Sadece Rock tarihine değil, müzik tarihine de altın harflerle yazılacak bir eserdir kanımca. Ben Taylor Coleridge şiirini ve İngiliz edebiyatını Iron Maiden sayesinde sevdim. Bana Shakespeare gibi başka büyük şair ve yazarların kapıları bu sayede açıldı. The Rime’dan bölümleri defterlerime, kitaplarıma, klasör kapaklarıma çiziktirdim uzun zaman. Mary Shelley, Bram Stoker, Lord Byron gibi Dark Romantiklere ve yarattıkları eserlere, Coleridge’in açtığı yoldan giderek tutkuyla bağlandım.

Shakespeare uzmanı, bipolar hastalıktan muzdarip, evliliğinde mutsuz, papaz çocuğu ve afyon bağımlısı Coleridge, küçük yaştan itibaren ödüllere layık görülen şiirler yazar. Taylor Coleridge (1772-1834) kankası William Wordsworth’le beraber yazdıkları Lirik Balladlarla İngiliz Romantik çağını başlatır. Bu balladların yıldızı, belki de İngiliz edebiyatının en uzun şiirlerinden The Rime of the Ancient Mariner’dır. Türkçemize Şavkar Altınel’in çevirisiyle Yaşlı Gemici adıyla kazandırılmıştır. Güzel bir çeviri olmasına rağmen ben ingilizcedeki coşku ve ritm çeviride kaybolmuş diye düşünüyorum. Christabel, Kubla Khan (Kubilay Han) ve Rime hep uyuşturucu etkisinde yazdığı, halüsinasyonlarından ilham aldığı şiirlerdir. Bağımlılığı önce evliliğine, sonra da hayatına malolacaktır. Şiirinde gotik, fantastik ve korkunç elementler bol bol yeralır: ruhlar, hayaletler, ölüler, deniz yaratıkları gibi. Bu yayınıma hazırlanırken rastlayıp işte budur dediğim bir bilgiye de yer vereyim: çok sevdiğim yazar Lewis Carroll’un fantastik canavar Jabberwocky şiiri de ( ki Alice Aynanın İçinden-Through the Looking Glass’ta yeralır) ilhamını Coleridge’in “Love” adlı eserinden alır.

The Rime’a geri dönersek, Coleridge şiiri 25 yaşında hiç deniz görmeden yazar. Konu kısaca bir düğün konuğuna (wedding guest) kabus dolu gemi yolculuğunu anlatan Yaşlı Gemici’nin hikayesidir. Coleridge, şiirini gemicinin ağzından birinci tekil şahısta yazar. Iron Maiden’ın lyriclerinde ise sözler yeniden düzenlenerek 3. Tekil şahısta hikaye şeklinde yazılmıştır. Şiirin belli başlı çok bilinen yerleri ise şarkı sözlerine direkt olarak aktarılmıştır.

Yaşlı Gemici gece gibi diyardan diyara geçer, hikayesini kime anlatacağını seçer ve bilir.( I pass like night, from land to land; I have strange power of speech; That moment that his face I see, I  know the man that must hear me: To him my tale I teach.)

Buzlar diyarına yolculuğunda gemicinin başına korkunç ve fantastik olaylar gelir. Onu sadece macerasını paylaşıp içini dökmek rahatlatır.

Yolculuk esnasında geminin peşine oyuncu bir deniz kuşu olan albatros takılır.  Gemiciler güzel bir işaret olarak gördükleri kuşu beslerler, kuş da onlara eşlik eder. Ancak hikayenin anlatıcısı Yaşlı Gemici bir gün sebepsiz yere bu güzel kuşu vurarak öldürür. İşte bu noktadan sonra şansları kapanır ve gemi de tayfa da lanetlenir. Rüzgarları kesilir. Aç susuz kalmaya, yavaş yavaş ölmeye başlarlar. Arkadaşları gemiciyi lanetleyerek boynuna ölü kuşu asarlar. Coleridge bu şiiriyle ingilizceye “albatross around one’s neck” (boyundaki albatros) ifadesini kazandırmıştır. Bu deyim günahların bedelini, işlenen suçun ağırlığını temsil eder. Coleridge’in şiiri şekil olarak conversation poem dir. (konuşma şiiri). Aslında şiiir, bir günahın işlenmesi, ödenen bedel ve kurtuluşla ilgilidir. Bazı edebiyat uzmanları konuyu şairin hayatıyla da ilişkilendirir. Tayfanın susuzluktan ölmeye başladığını şu ünlü dizelerle aktarır bize Coleridge:

Day after day, day after day, we stuck, nor breath nor motion;

As idle as a painted ship upon a painted ocean.

Water, water every where, and all the boards did shrink;

Water, water, every where, nor any drop to drink ~

Günler günleri izledi böyle, durduk orada hiç kıpırdamadan

Ressam elinden çıkmış bir gemi gibi, ressam elinden çıkmış bir denizde duran.

Su, su, nereye baksan yalnızca su; güverte tahtaları çekti zamanla,

Su, su, nereye baksan yalnızca su; ama hiçbir yerde yok içecek bir damla. (Altınel)

Yolculukta buzlar diyarında (zümrüt yeşili buz)dan “emerald ice” bahsedilir.

The ice was here, the ice was there, the ice was all around.

Şiirin orijinal illüstrasyonlarında buz dağlarının arasından karanlık bir yarığa doğru ilerleyen gemi resmedilir. Karayip Korsanları “Dünyanın Sonu” filminde tam da bu illüstrasyonu çağrıştıran bir sahne vardır bence: yeşil buz içinden bilinmez karanlığa doğru sessizce ilerleyen bir gemi imgesi görülür. Filmde Coleridge’in şiirindeki görsel ve fantastik öğelere başka göndermeler de vardır.

Tayfa ölümle yaşam arasında bir yerde kıvranırken sislerin içinden bir hayalet gemi çıkagelir. Bu gemide Ölüm ve Canlı Ölüm (Death and Life in Death) vardır. Gemideki hayatlar için zar atarlar.  Canlı Ölüm gemiciyi, Ölüm de bütün tayfayı alır, gemici hariç herkes ölür. Tövbe eden gemici bir keşiş tarafından kurtarılarak karaya çıkar, diyardan diyara dolaşıp başına gelenleri anlatarak günahlarından kurtulur.

Biraz da bu lanetli gemi göndermelerinden bahsedelim kısaca. Efsanevi Uçan Hollandalı gemisi (Flying Dutchman), lanetli kaptanı Davy Jones ve deniz yaratıklarına dönüşmüş tayfası benim aklıma ilk gelenlerden.. Karayip Korsanları Ölü Adamın Sandığı’nda (Dead Man’s Chest) Davy Jones’un geçmişinden de bahsedilir. Deniz tanrıçası Calypso’ya aşık olan kaptan Davy Jones, tanrıça tarafından denizde ölenlerin ruhlarını öbür dünyaya taşımakla görevlendirilir. (Burada da sanki mitolojide ölenleri öbür dünyada geçiren sandalcı ve iki dünya arasında yeralan Styx nehrine gönderme vardır). Calypso, Jones’a Flying Dutchman gemisini verir. On yıl sonra karada buluşup beraber bir gün geçirmek için sözleşirler ancak Calypso gelmez. Kalbi kırık Jones, kalbini yerinden sökerek Calypso’nun aşk mektuplarıyla beraber bir sandığa koyar ve sandık Isla Cruces (Cross Island) adasına gömülür. Jones sandığın anahtarını hep boynunda taşır. Zamanla insanlığını kaybederek şeytani bir deniz yaratığına dönüşen, olağanüstü güçlere sahip Davy Jones, denizlerde dehşet saçar, mitolojik deniz yaratığı Kraken’i kontrol edebilir. Hemen bir parantez daha da açalım ve tam bu noktada büyük klasik müzik adamı Richard Wagner’in Uçan Hollandalı operasını ve caniçi Apolyptica’nın Wagner Reloaded albümünü hatırlayalım.

Lanetli gemilerle ilgili bir başka film Ridley Scott’un “White Squall” (ki nedense Dostluk Denizi diye türkçeye çevrilmiştir), bir okul gemisinde geçer. Gerçek bir hikayeden alınmıştır. Burada da tıpkı Coleridge’in şiirindeki gibi geminin peşine takılan masum bir varlık, bir yunus balığı, öğrencilerden biri tarafından zıpkınla vurularak öldürülür, gemi ve içindekiler lanetlenir, okyanusta nadiren görülen bir doğa felaketi olan beyaz fırtına (white squall) yüzünden denizin dibini boylar. Ne gariptir ki bu geminin adı Albatross’tur ve 2 Mayıs 1961’de batacaktır.

Deniz ve denizci çağrışımları bunlarla sınırlı değil tabii ki. Russell Crowe ve Paul Bettany’li, içinde “gemi hariç” hiç kadın olmayan Master and Commander (Dünyanın Uzak Ucu) ve klasik edebiyattan da yine deniz konulu Ernest Hemingway’in Yaşlı Adam ve Deniz (Old Man and the Sea), Herman Melville’in Moby Dick’i bu hikayelerin tuzu biberi olarak benim aklıma gelenler.

Iron Maiden’ın parçasına gelirsek, parçanın giriş, gelişme ve sonuç bölümleri müzikal anlamda net biçimde belirgindir, şiirdeki anlatımla örtüşür. Melodi zenginliği insanı kendinden geçirir, bana göre parça her dinlemede daha da güzelleşen bir şahesere dönüşür. Bruce Dickinson’ın teatral vokali bu güzel şiire cuk oturur. Girişte tanıtılan ana melodi, 10:55’te tekrarlanarak anlatım sonuca bağlanır. Üçüncü dakikada Life in Death ve hayalet geminin yaklaştığını farklı ritm ve melodiyle algılarız. Beşinci dakikada geminin rüzgarının kesildiğini susan davul ve düşen tempoyla ayırt ederiz. Bu bölümde yer alan güverte gıcırtısı efektleri ve arka planda tekinsiz bir sound yaratan bas gitar bizi oturduğumuz yerden alır lanetli geminin ortasına bırakır, canlı cenazelere dönüşmekte olan tayfanın kötücül ve suçlayan bakışlarını üzerimizde hissederiz.

Şimdi siz de gelin, 13 dkyı aşan başyapıtı bir daha dinleyin ve Iron Maiden’ı kutsayın. Bruce amcanın parçanın sonunda dediği gibi “the tale goes on and on, bu hikaye böyle sürer gider diyerek ben de sözlerimi noktalıyorum.

İmza: Her programında metalin felsefesini, derinliğini, yüceliğini, melodik zenginliğini bıkmadan anlatmaya ant içmiş kardeşiniz @metaloda.

‘Her hakkı saklıdır. Kaynak göstermeden alıntı yapılamaz. Başka yerde yayınlanamaz.”

DELİKASAP 666+2 NUMARALI ÖZEL SAYI ÇIKTI, İNCELEMEK İÇİN:

Paylaş

Similar Posts

Bir yanıt yazın