BASTIĞI TOPRAĞA AİT YÜCE BİR DEĞER: ERGÜDER YOLDAŞ
2024 yılının ilk iki ayını kaşla göz arasında, hayla huyla devirdik. İçinde bulunduğumuz yıl ve bu yılın içinde bulunduğu çağın müzik bağlamında neler çağrıştırdığına, neler getirdiğine ve elbet neleri getirip çağrıştırması gerektiğine dair bir fikir teatisi yapmak niyetiyle yazıya başlıyoruz.
Bugün; müziği üretmek ve dolaşıma sokmak, teknik imkanlar dahilinde son derece kolay ve zahmetsiz olarak addedilebilir. Binlerce eser hemen hemen her gün üzerimize boca edilmekte. Ayrıca müziği dinlemek de eskisinden çok daha fazla yaygın. Müziği dinlediğimiz cihazlar her an bizimle birlikte taşımaya müsait ve müthiş kaliteli ses veren fennin son icadı mucizeler. Aslında her şey kulağa hoş geliyor gibi…
Artık basılı formatta müzik albümü, yalnızca koleksiyon maksatlı ya da son derece sınırlı sayıdaki edisyon tercih eden gurmeler için mevcut. Dijital platformlar, piyasanın tartışmasız hâkimi. Nihai sonsal amacı, ürettiğini mümkün olan en hızlı ve kolay yoldan dinleyiciye ulaştırmak olan müzisyenler için de türlü zahmet bu şekilde bertaraf edilmiş oluyor. Her şey hala güzel tınlıyor gibi…
Büyük arızayı çıkartmadan hemen önce, bir nevi köprüden önceki son çıkışın eşiğinde şu hususu belirtmek isterim: Hiçbir yeniliğe karşı değilim! Ruhun en müthiş gıdalarından biri olduğuna dair insanlığın varmış olduğu en büyük konsensüslerden biri olan müzik mevzubahis ise, tabiri caizse tüm dijital ve elektronik nimetlerin dibinin sıyırılmasından yanayım!
Peki üretmenin ve yaymanın artık bu kadar basit olması; müzik ve müzisyen tanımları üzerinde bugüne kadar öyle veya böyle veri kabul ettiğimiz kavramlarda bir tahribat, bir yozlaşma yarattı mı? Bence, kesinlikle evet! Lakin; bahsetmek istediğim şey, ortalama müzik dinleyicisinin hak vereceği, eskinin verdiği nostaljik hazzın yenilerde olmaması gibi bir durum değil. Açacağım…
Bu noktada; müsaadenizle, yazının sonunda okuyanlara ulaşmasını murat ettiğim düşüncelerin adeta cisimleşmiş hali olduğunu düşündüğüm, çok müstesna bir müzisyenin adını zikretmek ve yazıyı onun aziz hatırası üzerine inşa etmek istiyorum: Ergüder Yoldaş.
Yazı; son tahlilde bir Ergüder Yoldaş biyografisi olmadığı için konuşacağımız şeylerde kronolojik hassasiyet aramamanızı ve hoca ile birlikte anılmasını elzem addettiğiniz öğelerin ihmalinin bilinçli olmadığını göz önünde bulundurmanızı rica edeceğim.
Müzik üretmek; yazının başında teknik imkanlara atfen söylediğimiz gibi şeklen kolaylaştı, fakat meselenin özü zorluğunu koruyor diye düşünüyorum. Müzik eseri oluşturmak, gerçekten zor ve meşakkatli bir iştir. Her şeyden önce bu işin bir fiziği var. Tek tek tanımlamanın ancak akademik müzik yapıtlarında mümkün olabileceği yüzlerce kavram, üç dakikalık bir şarkının içerisinde kendine yer bulabilmektedir. Kuracağımız cümlelerde bu kavramların adı geçtikçe yanlarına numaralandırma notu düşerek devam etmeyi deneyelim. Üreteceğimiz bestemizi hangi tarzda (1) yapacağız? Bir melodiyi (2) kerteriz alarak mı yola devam edeceğiz? Şarkının kararı (3) ne olacak? Metronom (4), ölçü (5) belirlendi mi? Akorlar (6), gamlar (7), icra edecek enstrümanlar (8), şarkının trafiği (9) şekillendi mi? Eserde köprüler (10) olacak mı? Solo (11) yapılacak mı? Üç satırda bir müzik terimi ilk 11’i çıkartabiliyoruz.
Müzisyen, işin fiziğine hâkim değilse yaptığı eser müzik olabilir mi? Bir müzik eseri üretmenin ve dolaşıma sokmanın eski tabirle “Plak Şirketi” yörüngesinde gerçekleştiği zamanlarda, müziğin fiziğine aykırı bir şey ortaya çıkarmanızın imkânı yoktu. Şu an ne yazık ki var! Sıfır kilometre bilgisayarlı müzik yazılımları çıkarttığınız sesleri bir karara sokabiliyor, ölçüden çıkılan yerleri otomatik düzeltebiliyor, yani adeta şarkının kompozitörü oluyor. İşi hatalardan ve arızalardan arındırmak, temeli atmadan kat çıkabileceğiniz anlamı taşımıyor. Müziğin fiziğinin altından teknolojik olanaklara rücu ettirilerek kalkılamaz. Nota bilgisi, doğu-batı formları, tarzlar, makamlar, ölçüler, komalar, gamlar, ses ve vokal teknikleri ve aklınıza gelip listeyi uzatabileceğiniz bilumum kavram… Buraya kadar, bunları bilmenin müzisyenlik hususundaki elzemliğine zaten itiraz gelmez. Ben şimdi burayı daha da zorlayarak müzisyenlik mertebesine ulaşmada bunların dahi yeterli olmayacağını düşündüğümü söyleyerek ilerlemek istiyorum.
Bastığı toprağı bilmeyen müzisyen bence yalnızca çalgıcıdır. Bu demek değildir ki, icra edilmesi gereken yalnızca burası için Klasik Türk Musikisi olmalı veya batı için sadece Klasik Müzik olmalı. Müzisyen de toplumun her ferdi gibi içine doğacağı ülke ya da coğrafyayı hür iradesi ile seçemiyor. Fakat, müzisyen olmak asgari düzeyde de olsa bir bilinçli seçimi gerektiriyor diye düşünüyorum. Dolayısıyla müzisyenin yaşadığı ülkenin diyelim, tarihteki ilk bestecisi de o olmadığına göre bu işin bir tarihi olduğu gerçekliğini pas geçemez. Müzik, hayatın ve toplumun ayrılamaz bir parçası olduğu için sosyal bilimlerin daha görülür düzeydeki disiplinlerine zaten vakıf olmalıdır müzisyen ve aynı zamanda büyük toplumsal değişim ya da kırılma dönemlerine direkt etki edecek düzeyde değil de daha ziyade dönüşümlerin etkilerini taşıyıp onları ölümsüz hale getirme noktasında bir işlevselliğe sahip olduğu için müzik, müziği yapanlar felsefeyi de bilmelidirler. Sonrasında da yaptıkları müziği yalnızca icra tarzı olarak değil belli bir felsefenin ürünü olarak yapılandıracaklardır. Ekol dediğimiz, usul dediğimiz, efendime söyleyeyim tavır dediğimiz şeyler işte bu müzik felsefesi sayesinde oluşuyor.
ERGÜDER MÜZİĞİ, YOLDAŞ FELSEFESİ
Ergüder Hoca, kendi deyimi ile bir kompozistik kompozitördür, ki benim için bu, bir müzisyen için zirveyi teşkil eder. Yani, kompozisyonu bizzat icra ederek tertip edendir. Ve elbette bu icra, yalnızca belirli formların yine belli metotlarla analizini barındırmaz Hoca’nın müziğinde. Yoksa işin kompozisyon tarafı hallolsa da kompozistik tarafı yalnız kalmaktadır. Bu noktada devreye bir felsefe girer. Sınırları belirlenmiş müzik formlarının düzleminde, nereye varacağı önceden belli olan notalara özgürlük bahşeder Hoca. Evet, gidecekleri yer bellidir, fakat vardıklarında veya yolda ne yapacaklarına kendileri karar versin notalar. Notalara kendi kaderini tayin hakkı vermiştir Ergüder Yoldaş.
Öğrencisi Dr. Ercan Çakır şöyle tarif ediyor durumu: “Mesela Kadıköy vapuruna bindik, Karaköy’e gittik. Şimdi Karaköy vapurunun içerisinde insanlar var değil mi? O insanların hepsi de farklı bir yere gidiyor. Karaköy’de indiler diyelim hep birlikte. Bazı insanlar balık yemeye, bazıları işlerine, bazıları da başka yerlere gidiyor. İndiklerinde birdenbire dağılıyorlar. Entropi* de böyle. O sesler de o yolcular gibi.” 1
Ve Ergüder Yoldaş’ın ayakları sıkı sıkıya doğduğu topraklara bağlıdır. Bu çok önemli bir şeydir. Zira, işin öneminin ve nasıl kullanıldığının kanıtları bestelerinde bulunabilir. Kimi yerde açık seçik, kimi yerde daha çekingen, kimi yerde de müzikte değil eserin sözlerinde ortaya çıkar. Amerika’yı yeniden keşfedecek değiliz, bizim müziğimiz Türk Müziği’dir, Klasik Türk Müziği. İcra enstrümanları, kararları, komaları, makamları vardır, dört başı mamur bir müzik sistemidir. Ergüder Hoca, yaşadığı toprakların müzik sistemini öylesine anlamış, öylesine içselleştirmiştir ki işin matematik boyutuna el atmış, bizim müziğimizin öteden beri kabul edilen 26 sesli olduğu savını, yaptığı çalışmalar neticesinde bu seslerin sayısının 52/53 olduğunu ortaya çıkarmıştır. Yaptığı matematiksel çalışmaları teknik üniversiteye götürmüş, teoriyi oturtmak ve geliştirmek adına kendi imkanları dahilinde bir Analiz Orkestrası kurmuş ve durmadan yeni yarattığı verili durumu da aşmaya çalışmaya devam etmiştir. Görüldüğü üzere bunlar salt bir “iyi” müzisyen konumunu aşan, onu bir aydın haline getiren yaklaşımlardır. Zira, hocanın yaptığı çalışmaları zaten görevi icabı yapması gereken kurumlar vardır, TRT gibi, Kültür Bakanlığı gibi, akademinin ilgili fakülteleri gibi… Netice malumunuz, böyle çalışmalarda üç maymunu oynarlar.
Ve Hoca, yalnızca Türk Müziği’ne dair çalışma yapmaz, çok ciddi bir mesai ile Bach ve onun müziğini analiz etmiştir. Klasik Batı Müziği için söylenmiş her şeyi okumaya, anlamaya, aşmaya ve bildiğiniz tüm eserlerinin de bize gösterdiği gibi formları birbirine sentezlemeye çalışmıştır.
En büyük hiti, Sultan-ı Yegâh’ ele alalım. Şarkının ismi bizzat makam adıdır zaten. Ergüder Yoldaş’ın edebiyat mecrasındaki izdüşümü olan Attila İlhan’ın 12 Mart’ın karanlık günleri için yazdığı şaheserdir. 12 Mart’ın ipi uzatıla uzatıla 12 Eylül’e düğümlendi malum. Şarkı, 12 Eylül sürecine denk gelse de iyi ki taşıdığı anlam fark edilmedi. Hatta bizzat darbenin komutasının da katıldığı etkinliklerde alkış tufanına tutulup, bis yapılmış şarkıya. Tabi ne yalan söyleyelim, hemen fark edilebilecek de bir içerik değil yani. Neyse, biz musikiye gelelim. Türk Müziği makamını batı enstrümanlarının icra ettiği bir müzikal doruk. Gitar, bas ve davul milim pay bırakmadan altı doldurarak üstteki ezginin serbestçe salınımına olanak tanır. Bu serbestiyeti ister üflemeliler ile ister yaylılar ile ve hatta hepsi birlikte bile kullanabilirsiniz. İşin burası zaten müzikal deha demektir. Bestekar gövdeyi öyle bir kurgulamıştır ki enstrümanlar başkaldırıp her durağı dolaşmak istese de vokal istediği yere çıkıp inmek istese de makamdan kaçamazlar. Şöyle ki, bu eser belki de yüz kere yeniden yorumlandı ve hepsi de ellerinde yıllar geçtikçe daha fazla olanak ve teknik cephane birikmesine rağmen Hoca’nın yaratımına dalaşmadı, dalaşamadı. İşe endüstriyel bakanlar kolaya kaçtıklarından, miras yemenin dayanılmaz hafifliğinden, işe progresif bakanlar da en çıkar yolun Ergüder Yoldaş formülünü işaret ettiğini deneye yanıla tercih ettiler nihayetinde. Hoca, bu halka kendi sesini yabancısı olduğu enstrümanlar ile kendi edebiyatını bir lirik soprano aracılığıyla dinletme lütfunda bulundu. Eserin fonetik yapısı, ki elinizi vicdanınıza koyun, Attila İlhan divanının en seçkin örneklerinden, prozodik yapısı ince bir işçilikle kurgulanmıştır. Bu tabi sadece Sultan-ı Yegâh için geçerli değil, tüm eserleri bu lütfun bir parçası.
Ergüder Hoca’nın külliyatına girerek içinden çıkılamaz sulara yelken açmayalım. Lakin, erken dönem çalışmalarından tutun, bunlara derece kazanmış Ömer Aysan – Kara Kuzu’yu, Ayla Algan – Koca Öküz’ü, İstanbul Gelişim Orkestrası çalışmalarını (Ki buradaki müzisyenler – Garo Mafyan, Selçuk ve Uğur Başar, Atilla Özdemiroğlu, Neco- de tek başlarına araştırma konusu yapılacak muhteviyatta kişiler.) sonraki dönemlerde hit ve yarı hit olmuş parçalara ve bence tarihsel ülke kulağımıza üç gömlek büyük gelmiş Elde Var Hüzün gibi müzisyen mucizelerine bakarak şu hususta istasyon yapalım: Eserlerin kayıtları da harika. Şöyle ki, olanak kıtlığı mağduriyetine sığınmaya yeltenenlere doğrudan bir cevap niteliğindedir “sound”. Hoca; halkın beklentisini de estetik kaygıları da bir potada eritebilmiştir.
Ne yazık ki, Ergüder Yoldaş denildiği zaman zihinlerde beliren ilk öge; onun Büyükada’da uzun yıllar tercih ettiği yaşam biçimi. İşin bu kısmını, Hoca’yı deli çıkartsa rahatlayacak olanlara hıncım gereği hür iradem ile ihmal ediyorum.
Hoca’nın eserleri ve hayatını incelediğimde, bende hâkim olan görüş; müzikal kariyerinin en bilinir olduğu döneminden itibaren hem aynı piyasadaki başka müzisyen ve yapımcılarca hem de dönem itibariyle piyasayı bizzat sevk ve idare eden devlet kurumlarınca sistematik olarak çemberin dışına atıldığıdır. Mustafa Kemal’in doğumunun 100. Yılı nedeni ile üretilecek Atatürk oratoryosu ve senfonileri, Ergüder Yoldaş’ın bilinen politik tutumundan ötürü Hoca’ya değil başka isimlere sipariş edilir. Fakat, gelin görün ki yıl 2024, hala bunları duyan bilen yok! Burayı anladık, eyvallah. Peki, yapımcı ve meslektaşlarının bilinçli ya da zımni kabul ile yaptıkları dışa itme presine ne demeli? İlk madde olmayı hak eden husus, şahsi kanaatimce, haset! Yaptıkları işler, Hoca’nın yarattığının onda biri tesirde olmayan kişiler dahi bu ekosistemin içerisinde bir biçimde hayatlarını idame ettirebiliyorken böylesi bir deha neden kamuya eser dinletememiş, konser verememiş, stüdyoya girememiştir? Yoldaş’ın ne yapacağı belli değildir. Her an bir eser çıkarıp, herkesin yaratılması ve büyütülmesi hususunda mutabakata vardığı “arabesk” kültürü paramparça edebilirdi. Ayrıca, Türk Müziği’ni yermeyi marifet sayan solcu taifesinden de değildi. Bilakis; içine doğduğu müziği yüceltmenin bedeli ödedi.
Yazıyı bitirirken genel manada müzisyenlere, özel olarak da yapım şirketlerine seslenmek istiyorum. Bu yazının muhtelif yerlerinde sıkça değindiğimiz üzere kayıt ve paylaşım olanaklar adeta sınırsız mertebesine erişmiştir. O zaman aslında geriye yalnızca müziğe dair bir yaklaşımın oluşması gerektiği kalıyor. Yani, en zoru… Hele ki yapımcı, bir bilim icra ettiğini asla unutmamalıdır. İşte Ergüder Yoldaş, bir ekol olarak karşımızda duruyor. Diyorum ki, ya bu beste işini Ergüder Yoldaş titizliğinde yapalım ya da yapmayalım. Bir yaklaşım, bir görüş ve bir duruş oluşması için müzik bünyemizde; insana, doğaya ve topluma ait olmayan, tarihten ve felsefeden kopuk her şeyi müziğinizden uzak tutunuz. Bir başka usta Ferhan Şensoy’un müziğin yaratım sürecine dair hoş bir benzetmesi vardır. Çarşamba’yı Sel Aldı türküsü, bir ozanın Yeşilırmak nehrine baka baka “Bu Çarşamba’yı alsa alsa ne alır?” sorusuna bulduğu kişisel yanıtın neticesinde bestelenip güftelenmemiştir. Bu yaklaşımsız güruha Ergüder Hoca “şavkkeser” tabirini uygun görüyor. Siz onlardan olmayın!
Dipnotlar:
- Anadolu Aydınlanma Vakfı, Düşün-ü-yorum Bülteni 96. Sayı.
- * Ergüder Yoldaş için araştırma yaparken, öğrencisi Ercan Çakır ile yapılan bu röportajı okuduğum sırada onun kelimeleri arasında beliren “Entropi”, öyle sanıyorum ki kaderin hoş bir cilvesi. Çünkü; kuruluşuna tanıklık ettiğim, müzisyeni olarak bir parçası olduğum çiçeği burnunda yapım şirketimizin ismi için kurucuları Entropi’yi uygun görmüşlerdi. Entropi’nin kavram olarak karşıladığı şey olan, uyumsuz uyumu eserlerinde yaratmış Ergüder Yoldaş, bir kutup yıldızı olarak şavkımaya devam edecek notalarımızda.
instagram.com/entropilabel instagram.com/entropicompany
SON NOT: Ergüder Yoldaş’ın mezarı; İzmir, Urla, Zeytinalanı Mezarlığı 4. Ada en alttan 9. Sırada bulunmakta. Hoca’nın mezarının olduğu mezarlıkta hemen hemen rahmetli olmuş tüm sevdiklerimin olması, Zeytinalanı’nda ikamet ediyor olmamı da yine kaderin hınzır bir göz kırpması olarak görüyorum.