Çocukluktan olgunluğa sinemasal kareler ve öyküler
Seksen dokuzuncu Akademi Ödülleri’nin Los Angeles’taki Dolby Tiyatrosu’nda sahiplerini bulmasına sayılı saatler kaldı. Tahminlerimi bir yere not almaktan ilk kez vazgeçtim bu yıl. Tek başıma Oscar Toto oynamayacağım. Tahmin etmece yerine Deli Kasap’ta Müzik Ötesi’ne bir sinema yazısıyla katkıda bulunmak daha kalıcı olacak.
Bundan birkaç sabah önce, Facebook’umun Tarihte Bugün (On This Day) eklentisinden gelen aşağıdaki anımsatmayla başladım güne. Bakın neler yazmışım iki yıl önce:
“Ödül sezonu boyunca süren, 87. Akademi Ödülleri dağıtılmadan birkaç gün önce iyice kamplaşılan, ve ödül töreni gecesinin ardından iyice alevlenerek bir süre daha pek soğumadan devam edeceği anlaşılan Birdman/Boyhood tartışmasında yerimi almadan duramadım…
İki filmi de büyük bir keyifle izledim. Ancak tek bir farkla:
Birdman, lüks bir marketten ithal ve çok pahalı bir şişe şarap alıp o gece eve gider gitmez açıp ‘oh nefismiş’ demek gibi.
Boyhood ise, birkaç taşınma geçirerek 12 yıldır evinizin köşesinde ‘özel bir gün gelince açarım’ diye özenle sakladığınız, öyle gösterişli durmayan, şişesiyle etiketiyle albenisi dahi olmayan, ama o özel gün size eşlik ettiği için o anki duygularınızın yıllanarak daha da güzel anımsanmasına yardımcı olan görünmez bir sihirdir.”
Geçip giden zamanın insanlar üzerindeki etkilerini irdelediği Before üçlemesinde tutturduğu romantizm/realizm dengesi bir yana, doğal ve akıcı diyaloglar yazabilme ustalığıyla da tanınan senarist-yönetmen Richard Linklater’ın, hiç kimsenin aklına gelmeyen gelse bile denemeye cesaret edemediği üzere çekimleri planlı olarak 12 yıla yayılan Boyhood‘u, sadece filme alım süreciyle ile değil kişisel ve ailevi sorunları işleyiş biçimiyle de taptaze bir soluk getirmişti çocukluk-ergenlik çağı ve olgunlaşma konulu filmlere.
Boyhood’dan iki yıl sonra, 2017 Oscarları için yarışan Lion (yön. Garth Davis), Manchester by the Sea (Kenneth Logerlan) ve Moonlight’ı (Barry Jenkins) beyazperdede ard arda izleme olanağı bulduk. Ebeveynlerle ilişkiler, çocukluk / ergenlik / cinsellik / kimlik sorunları ve birey olabilme temalarını işleyen filmlerin sayısında son dönemde bir artış kaydedildiğinden söz edeceksek eğer, Boyhood’dan yayılan ilham kaynağının senaristler ve yönetmenler üzerindeki etkisini kesin olarak ölçecebilecek durumda değiliz. Ancak elimizde de şöyle iki veri var:
Birincisi, “belli başlı sinema kritiklerinin eleştirilerini bir araya getirerek hesaplayan bir tür endeks” diye açıklayabileceğimiz Metascore’a göre 100 üzerinden 100 puana ulaşabilen üç yapımdan biridir 2014 tarihli Boyhood. (Meraklısı için hemen belirtelim, 100’lüklerden ilki Francis Ford Coppola’nın 1972 tarihli The Godfather’ı, ikincisi de de Krzysztof Kieslowski’nin 1994 tarihli Three Colors: Red’idir. 81 ve üzeri puan “evrensel beğeni” kabul edilir ancak sinemanın yarım asırlık yakın dönemine baktığımızda ortalama 20 yılda bir tam puan alabilen çıkmış diye de okunabilir bu Metascore istatistiği.)
Elimizdeki öteki veriye göre de, Boyhood’un, yukarıda saydığım temaları işleyen yeni filmlerin önünü iyice açtığı ve bu tür yapımların Akademi üyeleri tarafından daha bir ciddiye alındığı bu yılki aday filmler incelendiğinde doğruluğu tartışma götürmeyecek bir bulgu olarak ayrıca önümüzde duruyor.
Sayacağım bu listeye –tek bir Oscar adaylığı olmasa da– Orçun Onat Demiröz’ün “Bir Z Kuşağı hikayesi. Ölen ‘Amerikan Rüyası’ içerisinde kimliklerini bulmaya çalışan, kafası karışık gençlerin hezeyanı ve bir yandan da umuda doğru yolculukları, kendilerini kurtarma çabaları” diye özetlediği Andrea Arnold’un Cannes’dan sonra BAFTA’da da ödüllendirilen enfes American Honey’isi de eklenebilir.
Bu yıl Oscar adaylıkları bulunan filmlerden vereceğim ilk örnek Matt Ross’un Captain Fantastic’i. Şehirle bağlarını tamamen koparıp ormanda yaşayan, okula gitmek yerine eğitimlerini ve gelişimlerini babalarının önderliğinde kendi olanaklarıyla çözmeye çalışan altı kardeşin doğadaki komün yaşamı ve daha öykünün en başında öğrendiğimiz üzere yitirmiş oldukları annelerinin kalplerinde nasıl bir yer tuttuğunu, aile olabilmenin beraberinde getirdiği tüm zorluklarına karşın sırtı yere getirilemezliğini hayranlıkla izledik. Yönetmen Ross’un altından kalkmayı başardığı filmin geniş kadrolu yapısından kaynaklanan kimi güçlüklerine rağmen altı kardeşli ve altı farklı karakterli bu hikayeyi, babalarının gözünden hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan takip ettik.
Hatta bu listeye, August Wilson’ın Tony ve Pulitzer ödüllü oyunundan sinemaya uyarlanan Denzel Washington’ın ilk yönetmenlik ürünü Fences’i de ekleyebiliriz. Yetenekli bir beyzbol oyuncusu olmasına karşın siyahların lige kabul edilmeye başlandığı yıllarda artık profesyonel sporcu olabilecek yaşı geçmiş olan bir babanın “başıma gelen çocuklarımın başına gelmesin” diyerek ağzını her açışında (aslında film boyunca susmuyor) ve attığı her adımda evin çatısı altında ve arka bahçesinde çocuklarının nasıl sağa sola savrulduğunu içimiz burkularak izledik: “Kimileri insanları dışarıda tutmak için çit örer, kimileri de içeride tutmak için.”
Bu filmleri (American Honey, Captain Fantastic, Fences) bir kenara not edip bu yazının asıl çıkış noktasına dönerek, girişte bahsettiğim ilk üç film (Lion, Manchester by the Sea, Moonlight) ile Boyhood arasında bir bağ kurabilecek miyim, gelin birlikte bakalım.
Lion, Avustralya’nın güney doğusundaki Tasmania eyaletinin başkenti Hobart yakınlarındaki Marion Plajı’na ek olarak geniş yüzölçümlü Tasmania adasına bağlı küçük bir ada olan Bruny’de; Manchester by the Sea ABD’nin kuzey Atlantik eyaletlerinden Massachusetts kıyısındaki Manchester-by-the-Sea kasabasında; Moonlight ise yine ABD’nin bu kez güney Atlantik eyaleti Florida’nın en ucundaki Miami ve civarında geçen öyküler.
Bu üç yapımda işlenen çocukluk ve ergenlik çağları ile olgunlaşma, kişilik sahibi olma, birey olabilme temalarına ek olarak, Boyhood’la aralarında kurduğum asıl bağ, saydığım filmlerin tümünde suyun tuttuğu çok özel yer… O sahnelere kısaca, “atılan birer denizci düğümü” de diyebiliriz: İçinde, üzerinde veya kıyısında olsun nehirde, denizde, okyanusta geçen tüm o kareler, su yüzeyinden derine doğru daldıkça maruz kaldığımız artan basınç gibi ağırlaşan anlamlar katıyor bu yılki filmlere.
Boyhood‘daki baba ve velayeti annede olan oğul, Texas’ın Pedernales Şelaleri Eyalet Parkı’nda kamp yaptıkları sırada baş başa kalıyorlar. Daha da önemlisi, erkek erkeğe çıkılan bu ilk tatilde doğanın ortasında tüm çıplak benlikleriyle uzun uzun sohbet etme şansını yaratıyorlar. Sekansın sonunda da, her ne kadar zaman zaman herkesin hayatında bir yerlerde şelaleler olsa da, buldukları ilk dingin köşeden atlayıp yüzmeye devam ediyorlar, yaşam nehrinin içinde…
Lion’daki küçük çocuk, okyanusun yanı başında bulabileceği en saf kumlar üzerinde güven içinde ailesiyle kriket oynarken yıllar geçtikçe büyüyüp üniversite çağına geldiğinde aslında bir belirsizlik denizi içinde kurbağalama yüzdüğünü fark ediyor önce. Ve hayal meyal anımsadıkça geçmişine dair ufacık minicik ayak izlerini, belirsizlik denizinde kurbağalama yüzmekten vazgeçip köklerini bulmaya karar veren kimliğiyle yüz yüze geliyor…
Manchester by the Sea’deki balıkçı babanın oğlu, okuluna, oyuncusu olduğu okul buzhokeyi takımına, arkadaş çevresine, kız arkadaşlarına, gitar çaldığı grubuna, ancak her şeyden önce evine ve teknesine öyle sıkı sıkıya bağlı hissediyor ki kendini, küçüklüğünden bu yana kendisine sürekli köpekbalığı şakaları yapan amcasıyla gün geliyor karşı karşıya düşüp yaşamın kıyısında birbirleriyle boğuşan biri toy ama inatçı ötekisi de derin yaralı ve bir o kadar deneyimli iki farklı köpekbalığı kılığına bürünüyorlar…
Moonlight’taki “Ufaklık” ise, hakkında çok az şey bildiği bir yetişkinin kollarında su üzerinde batmadan durabilmenin püf noktasını öğreniyor. Cesaretini toplamaya başlayan Ufaklık, kulaçlarını kullanmayı ayaklarını çırpmayı öğrenir öğrenmez tek başına yüzmeye ve film ilerledikçe de açılmaya başlıyor…
Richard Linklater ve oyuncu kadrosunun, 12 yıl boyunca sıradışı bir disiplin ve sabır sonucu birlikte çalışıp ortaya çıkardıkları ev yapımı Boyhood, Alejandro G. Iñárritu imzalı “parayı bastırıp alabileceğimiz lüks şarap” kıvamında uzun bir adı olan Birdman or (The Unexpected Virtue of Ignorance) karşısında yenik ayrılıyordu 2015 ödül gecesi sona erdiğinde.
Albenisi zayıf görünen şişenin eve dönüş hikayesini ise sona sakladım…
Aradan geçen yıllar boyunca göğüslediğimiz onca acı veren olaya ve tüm hayal kırıklıklarımıza karşın sabırla beklenen an gelip mantar şişesinden ayrıldığında, birlikte kaldırılan kadehlere dolacak ve bizi yanıltmayan işte o şarap olacak.
Kurduğumuz ve koruduğumuz bağlardan soframıza gelene kadar türlü zorlukları aşan, nice emekler verilen, “sıradan” sayılan herhangi bir üzüm dahi olgunlaşabilir, ölümsüzleşebilir.
Onursal Yazman
26 Şubat Pazar, İstanbul