Gitmesi İstenmeyen Misafir: Deep Purple İstanbul Konseri
Yazıya nereden başlayacağımı gerçekten bilemiyorum. O yüzden bir haber metni gibi sondan
başlayayım. 2020’den beri kavuşmaya çalıştığımız Deep Purple ile sonunda kavuştuk. İlk
duyurulduğu tarih 3 Haziran 2020 olan konser, neredeyse iki yıllık bir rötar sonucunda dün
akşam gerçekleşti.
Tabii söz konusu 54 yıllık bir grup olduğunda adamlar daha gelmeden “Yaşlanmışlardır abi, çalamazlar” yorumları yapılmaya başlandı. Zaten Ritchie Blackmore ve on yıl evvel kaybettiğimiz Jon Lord’un eksikliğine 28 yıldır grubun üyesi olan Steve Morse abimizin yokluğu da eklenince birçok insanın beklentisi zayıflamaya başlamıştı. Yine de bu konser, belirtilene göre grubun son turnesi olduğu ve benim gibi genç dinleyicilerin grubu ilk defa dinleme fırsatı doğduğu için birçok insan için de heyecan vericiydi. Zaten son yıllarda yaşanan çeşitli bunalımlarımıza bir de pandemi eklenince böyle önemli konserlerin hayalini kurmak bile güçleşiyorken iyisiyle kötüsüyle bir Deep Purple konserine burun kıvırmak benim açımdan pek kolay değildi. Biletimi de bundan üç ay önce almıştım ve o sıralar DeliKasap’a yazısını da yazdığım Turning to Crime ile başucu albümüm Machine Head’i deli gibi dinleyerek atmosfere hazırlanmaya başlamıştım.
O yazıya bir göz atmak isterseniz:
https://www.delikasap.org/2022/01/18/turning-to-crime-akranlara-saygilar-bizlere-sevgiler/
Tam o sıralarda Socrates Dergi Yazı İşleri Müdürü İlhan Özgen ile internet üzerinden tanışıp harika müzik muhabbetlerine dalmıştık. İlhan Baba bana o kısa sürede büyük ilham ve motivasyon kaynağı oldu. Dün o da konserdeydi muhtemelen ama tanışamadık, buradan selamımı ileteyim ve konser gününe gelelim.
Deep Purple konserde; vokalde Ian Gillan, davulda Ian Paice, bas gitarda Roger Glover, gitarda Simon McBride ve klavyede Don Airey beşlisi ile sahnedeydi. Yani grubun birçok dinleyicisi için en önemli dönemi temsil eden isimlerden üçü sahnedeydi. Deep Purple’ın kimliğini belirginleştiren tuşluların emanet edildiği Don Airey ve gruba bu yılki turne için dahil olan Simon McBride hariç herkes, grubun birçok insana göre en iyi albümü olan Machine Head’de yer alan isimlerdi. Simon McBride hariç yaşları, performanslarıyla hiç göstermeseler de, 70’in üzerinde olan duayen müzisyenler ile karşı karşıyaydık.
22 ve 23 Mayıs akşamları İsrail’de gerçekleştirilen konserlerin setlistinden kopya çektiğim için konserdeki akışın farklı olmayacağını düşünerek Highway Star’a dakikalar sayıyorduk. Kulak misafiri olduğum konuşmalarda Burn, Stormbringer ve Soldier of Fortune gibi
şarkıların çalınması temenni ediliyordu. Stormbringer’ın hastası olmama rağmen bunun hayalini bile kuramadım çünkü Ian Gillan ile özdeşleşmiş onca parça varken, Ian Gillan, Deep Purple’ın “esas” solisti iken Stormbringer ya da Burn albümünden performanslar beklemek
pek de gerçekçi değil. Bu tahminler ve tartışmalar arasında o an geldi ve sahnede beliren grubun davulcusu Ian Paice, Highway Star’ın meşhur ritmini ince ince işlemeye başladı. Sahne arkasına ve yanlarına kurulan dev ekranlara yansıyan planlar da seyirciyi heyecanlandırıyordu. Yönetmenin ve prodüksiyon ekibinin emeğine sağlık, DVD kaydı gibi bir izlenceyi bize canlı bir konserde yaşattılar.
Highway Star başından sonuna öyle bir çalındı ki daha ilk parçadan grubun yaşlandığını, “tam kadro” olmadığını, eskisi gibi olmadığını falan unutmaya başlayıp coşkuya büründük. Aralarda soluklanıp iki çift laf etmeden Pictures Of Home parçasına geçiş yapan grup, “gençlere taş çıkarma” iddialarının altını çizer gibiydi. Strange King Of Woman da aynı şekilde hızlı bir geçişle çalındıktan sonra sıra grubun, Turning to Crime’ı saymıyorum, son albümüne gelmişti. Ian Gillan’ın Jon Lord’u anarak anons ettiği Nothing at All’a Deep Purple alkışlar eşliğinde girerken canlı bir tarihin belki de son eserlerinden birini dinlemenin keyfini yaşıyorduk. Ben Whoosh! albümüne pek aşina olamadım ama Nothing at All’un girişindeki motiflere kalbimi bıraktım. Son albümden çaldıkları ve canlı dinlediğim son parça olarak hayatımdaki yeri hep ayrı olacak.
Bir sonraki şarkı, yine grubun yakın dönemlerinden geldi. 2013 yılındaki Now What?! albümünün nefis şarkılarından Uncommon Man, Pink Floyd’un Coming Back To Life şarkısını anımsatan girişinin ardından güçlü klavye melodisi ile duygudan duyguya sürükledi. Don Airey’in parçanın başından sonuna kadar yaptıklarına hayran kalmamak elde değil. Benim için konserin en iyi anı ise sadece Machine Head albümünün hatta Deep Purple’ın değil, dünya rock tarihinin en sevdiğim parçaları arasında önemli bir konuma sahip olan Lazy’nin çalındığı andı. Dinlemesi ve içselleştirmesi sabır isteyen ama bir kere alıştıktan sonra müptelası olunan parçalardan olan Lazy’i, Ian Gillan sahneden anons etmeden bir iki saniye evvel yüksek sesli cevval bir seyirci anons edince Gillan da Lazy anonsunu onaylar bir tavırda yaptı. Solo üstüne solo gelen parçada gitarı, tuşlusu, armonikası ardı ardına gelirken bundan sonra bu hayatta gam yeme ihtimalimi bir hayli azaltan bir sekiz buçuk dakikayı geride bırakmıştık. Benim için konserin ilk zirve anı bu olduğu için maalesef bir sonraki şarkıya haksızlık yapmak durumunda bile kaldım. Üstelik çok da sevmeme rağmen Machine Head’in naif parçası When A Blind Man Cries’e gerekli ihtimamı gösteremedim ve o dakikaları, biraz önce Lazy dinlemiş olmanın heyecanını atlatmaya çalışmakla geçirdim. Babalar beni affetsin!
Bu anlardan sonra konseri tepe noktaya taşıyacak olan geçiş, Deep Purple konserlerinin klasiklerinden olan Keyboard Solo ile gerçekleşti. Yazının başında da değindiğim gibi ki zaten malumun ilamı Deep Purple’da tuşluların ağırlığı bir hayli fazla. Hem Jon Lord hem Don Airey gibi isimleri bünyesinde bulunduran bir grup için sürpriz olmasa gerek. Keyboard Solo, memleketimize özel jestleri içeriyordu. İlk olarak Mozart’ın, bizim Türk Marşı olarak da bildiğimiz Rondo Alla Turca’sından ufak bir kesit çalan ve bunu dünyanın her yerinde yapan Don Airey, sonrasında tamamen bize özel olarak Üsküdar’a Gider İken, bir diğer deyişle Katibim’i çalınca alkışlarla kıyamet koptu. Daha önce Türkiye’deki Deep Purple konserlerinde bu jest yine yapılmış. Güzel bir gelenek olarak devam etti. Türkiye olarak son yıllarda büyük gruplara, sanatçılara hasret duyarken hatta kendi sanatçılarımızın konserlerini yasaklarken dünya tarihine geçmiş bir gruptan böyle ufak bir jest görünce insan sadece bir müziksever olarak değil, bir yurttaş ve İstanbullu olarak da mutlu oluyor.
Konserin buradan sonrası grubun bütün “hit” parçalarını ardı ardına sıraladığı bir bölüm oldu. İlk olarak Keyboard Solo ile bütünleşen ve grubun 1984’teki geri dönüşünün en önemli miraslarından biri olan Perfect Strangers çalınınca seyircide büyük bir coşku oldu. Ardından
benim çok sevdiğim Space Truckin’ ve onun da ardından sadece benim değil; dünyadaki bütün Deep Purple dinleyicilerinin çok sevdiği ve ezbere bildiği Smoke On The Water çalındı. Konserin en iyi anlarından biri, bu şarkının nakaratının seyirciye bırakılması ve ardından gelen malum riff ile tavan yapan coşkuydu. Smoke On The Water’ın ardından Ian Gillan, “Teşekkürler İstanbul, harikasınız, sizi seviyoruz!” mealinde konuştuktan sonra grup alkışlarla sahneyi terk etti.
Ancak, yer miyiz biz? Turnenin setlistini kontrol ettim diyorum… Yine de bis için coşkulu alkışlarımızı, ıslıklarımızı ve etkili talebimizi dile getirerek Deep Purple’ı sahneye çağırmasını bildik. Büyük bir alkışla sahneye dönen grup, bisin açılışını Caught in the Act ile yaptı. Grubun son cover albümünde yer alan ve “Going Down” /”Green Onions” / “Hot ‘Lanta” /”Dazed and Confused” / “Gimme Some Lovin’” medley’ini içeren parça, özellikle Dazed and Confused kısmıyla büyüledi. Bundan sonra ise bir Joe South parçası olan ama bir o kadar da Deep Purple ile özdeşleşen Hush çalınırken konserin dinmeyen heyecanı, tatlı yorgunluğu ve bitmeye yaklaşmasının hüznü ile malum melodiye güçlü güçlü eşlik ediyorduk.
Ardından gelen ve yine Deep Purple’ın konser geleneklerinden biri olan Bass Solo’da Roger Glover büyük bir alkış alırken sıra son parça olan Black Night’a geldi. Grubun en sevdiğim albümlerinden, Deep Purple In Rock’tan çalınan tek parçayı kapanışta dinlemiş olduk. 20’li yaşlarındaki insanlar olarak bizleri yorgunluk basarken grubun sahnede halen canavar gibi olması çok acayipti. Steve Morse’un yerine gruba dahil olan ve grubun genç üyesi olan Simon McBride, baştan sona cayır cayır sololarıyla seyirciyi mest edip sık sık alkış alırken 70’lik
babalar da bu enerjiden ve gençlik ateşinden asla geri kalmıyordu. Üstelik bu, grubun dört günde gerçekleştirdiği üçüncü konserdi. Eminim ki birçoğumuzun beklentisinin çok üzerinde bir konser oldu. Bilet fiyatlarının her geçen gün artmasına, bu fiyatlarla bu konserin nasıl dolacağına aklım ermiyordu ama seyircinin ilgisi de çok yoğundu. Ben en son fiyatlara oranla biraz daha düşük bir ücretle bilet almış olmama rağmen şaşırıyordum. 2020’den beri bir sürü badire atlata atlata kavuştuk bu konsere; ne mutlu ki her şeye değdi.
Yazının başlığı, gitmesi istenmeyen misafir benzetmesini ilk olarak 2014’teki Metallica konserinde yapmıştım. Son şarkı Seek & Destroy çalınırken, Hetfield şarkıyı “scanning the scene in the Istanbul tonight” diye söylerken, “Istanbul, you’re beautiful” derken hissettiklerim, böyle bir benzetme yapmama ilham olmuştu. Dün akşam Deep Purple konseri sonlara doğru yaklaşırken de aynı şeyi hissettim. Sanki evimize ya da mahallemize biri gelmiş, normal hayatımızın çok üzerinde eğlenceli günler geçirmişiz ve bütün bu eğlencenin kaynağı yalnızca o misafirimizmiş gibi bir hüzün içine düştüm. Yine de ayaklarına sağlık, çok seviyoruz…
26.05.2022
Fotoğraflar IHA, Alon Levin (Tel Aviv Performansı)