Harbiye’de Teoman dinlerken senli hatıralara dalmak
Saat şu an 00:34. Eve yeni girdim. Kalbinden zorla çıkarılalı ise yıllar oluyor. Her neyse…
“Neredeydin” dersen (Ki nereden diyeceksin?), Teoman konserine gittim, Harbiye’ye…
Teoman’ı izlemeyeli yıllar olmuş. Hatta son izlediğimde yanımda galiba sen de vardın, emin olamadım şimdi. Tıpkı bir zamanlar senin de benden emin olamadığın gibi.
Saat 21:30 gibi başladı konser. Sahne ışıkları söndü bir anda ve bir nefes sesi duyuldu. Sahnede ne bir insan, ne de bir enstrüman… Kimse yoktu. Sanki yorgunmuşçasına şiir okumaya başladı Teoman. Güzel bir şiirdi. O an aklıma geldi de, bir keresinde otobüs durağında otururken aniden sormuştun, “Niye bana hiç şiir yazmıyorsun?” diye. Artık öyle çok yazıyorum ki, ama gerçek bir sahibi yok.
Şiir bitti ve önce gitarist göründü sahnede. Sonra davulcu, bass gitarist derken güzel bir ritm tutturdular birlikte. Sandığımın aksine, enerjisi yüksek bir konser başlangıcı olacaktı belki de. Gitar ritmleri, davul atakları, bass yürüyüşleri derken Teoman da katıldı bizlere. Tüm Harbiye neredeyse tamamen doluydu. Dikkatimi çekti de, sadece yanımda bir boş koltuk vardı. Senin için ayrılmıştı belki de. Ama ne senin haberin vardı, ne sen vardın…
Şöyle bir Teoman’a baktım. Yazı anlatan bir gömlek, dar bir kot, ucu sivri ayakkabılar… Çok karizma görünüyordu sahnede. Hem oldukça hareketliydi de. Kablolu bir mikrofon kullanıyordu, bir yandan da atlayıp zıplıyordu. “Eyvah, kabloya takılır düşer mi?” diye endişe etmedim desem yalan olur. E adam profesyonel nihayetinde. Hayranlıkla takip ettim konser süresince. Yanımdaki boş koltuk mu…
Bazen hayalin doldurdu o koltuğu, bazen de benim hayallerim… Hem dikkat ettim, sarılan, öpüşen sevgilileri görmemeye, fazlasıyla dikkat ettim.
Mesela, Gönülçelen çalmadan hemen önce, bir kitap getirdi Teoman. “Eskiden Gönülçelen idi bunun ismi. Şimdi Çavdar Tarlasında Çocuklar diyorlar buna” dedi. Şansına bir sayfa buldu ve birkaç satır okudu. Sonrasında da kitabı seyircilere fırlattı. Hediye etmek istedi tabii. Ben de sana kitaplar hediye etmiştim. Hatta çok istediğin kitabı almak üzereyken beni terk etmiştin…
Hatırlıyor musun, Taksim’in yağmurlu sokaklarında seni kucağıma alıp yürümüştüm dakikalarca. O harika yüksek tavanlı ahşap evin açık pencerelerinden katılmıştık rüzgâra, yağmurun damlalarına. Gerçi Black Label Society çalıyordu bir yandan da… Ama sen de günün birinde, beni davet ettiğin o konserinde çok güzel çalmıştın MJ”den.
Hani elma çayı içtiğimiz o sokak kahvesi, gün batımına doğru yürüdüğümüz Tünel mevkii var ya… Beni dizi izlemeye bile davet etmiştin, ama ben pek safmışım o sıralar galiba. Tam da o anılarla derine çekiliyordum ki Teoman başladı şarkıya;
“Akşama doğru azalırsa yağmur,
Kız Kulesi ve Adalar.
Ah bur’da olsan, çok güzel hâlâ,
İstanbul’da sonbahar.”
Sahi Adalar da vardı, değil mi? Havasını içimize çekip bisiklet yarışları yaptığımız…
Gerçi sen de hâlâ İstanbul’dasın, ben de… Ama artık ikimizin de İstanbul’u başka aslında.
Sonra, Renkli Rüyalar Oteli… Bu şarkı çalarken sahnenin arka planındaki rengarenk ışıklarla aydınlandı etraf. Sözleri hâlâ çok güzel. Gerçi Teoman şarkılarının çoğu öyle. Çok güçlü bir söz yazarı. Bunun en güzel tarafı ise, söylemek istediğimiz, söyleyemediğimiz, yaşadığımız, mutlu olduğumuz ve genelde de mutsuzluğu tattığımız şeyleri anlatabiliyor olması. Öyle ya, ne ben ne de sen bunu becerebilirdin… Sahi, bu yüzden mi ayrıldık biz?
Şarkı sıralamasında doğru gitmiyor olabilirim. Nihayetinde eski kafayla ne bir kaset, yeni kafayla da ne bir setlist’im. Hâlâ benim. Ben de Teoman gibi telesekretere konuşamayanlardanım. Ben de boş sokaklarda çizgilere basmadan yürümeye çalışan insanlardanım, yalnızım…
Bir zamanlar utangaç bir çocukmuş Teo. Hangimiz değildik ki? Utangaç olmasaydım ne mi derdim? Tabii sana değil, hiç tanımadığım bir kadına…
“Durun tahmin edeyim balıksınız değil mi?
Çok yalnızız n’olur, hadi size gidelim mi?”
İyi geceler. İyi ki geldin. Hayali de olsa…
DELİKASAP BASILI ÖZEL KOLEKSİYON SAYISI ÇIKTI