KENDİ TOPRAKLARINDA ANVİL İZLEMEK
Anvil’e olan ilgim, bir arkadaşımın grubun kurucu üyesi Steve Kudlow yani sahne adıyla Lips’i benimle özdeşleştirdiğini söylemesi ve 2008 yılında çekilmiş “Anvil! The Story of Anvil” adlı belgesel filmi izlememi tavsiye etmesiyle başladı. Anvil, kurulduğu 1978 yılından bugüne sayısız metal grubuna esin kaynağı olmuş olsa da 80’lerde yaktığı ateş, grubun eski rodisi Sacha Gervasi tarafından yönetilen bu film sayesinde yeniden alevlendi. Grupla 1982’de Londra’da bir kulüpte tanışan ve anne tarafından Kanadalı olan Gervasi, kendisini grubun İngiltere’deki en sıkı hayranı olarak tanıtmış ve yıllarca rodiliklerini yapmış. Grubun yaşadığı tüm sıkıntılara ve hayal kırıklıklarına ilk elden şahitlik etmiş. Tüm bu yaşananları yönetmenlik ve senaristlikteki yeteneğiyle birleştirince ortaya, hayallerinden asla vaz geçmeme, amatör ruhunu her ne olursa olsun muhafaza etme, dostluk ve metal adına mutlaka izlenmesi gereken bir film çıkmış.
Kanada’ya taşındıktan sonra izlemek istediğim gruplar listesinde Anvil birinci sırada yer alıyordu. Lips filmde izlediğim kadarıyla bile o kadar samimi, o kadar candan biriydi ki sanki Toronto’nun ara sokaklarından birinde karşıma çıkacak ve ben “Naber abi?” diye boynuna sarılacaktım. Bu olmayacak bir şey de değil hani. Lips’e çalıştığı catering firmasının aracıyla okullara yemek dağıtırken, grubun diğer kurucu üyesi ve resimle de ilgilenen Rob Reiner’a ise inşaatta çalışırken rastlamak da olası çünkü onlar bildiğimiz rock starlar gibi sırça köşklerde yaşamıyorlar. Turneye çıkıp, büyük festivallerde çalıp rock starlığın büyülü dünyasında ara ara takılsalar da yaşamlarını devam ettirebilmek için dönüp dolaşıp bu yukarıda saydığım dünyevi işlerinin başına geçmek zorunda kalıyorlar.
Peki nasıl oluyor da Anvil bu kadar iyi müzik yapmasına rağmen bir türlü hak ettiği mertebeye ulaşamadı? Tamam bir “Big Four” olmasın ama ne gruplar var ki Anvil’in yanında esamesi okunmaz ama adamlar gayet müzikten kazandıklarıyla hayatlarını belli bir standartta devam ettirebiliyorlar. Ben bu sorunun cevabını biraz da Kanadalı olmalarına bağlıyorum. Kanada dünyadan izole bir yer ve Kanadalılar gerçekten çok steril bir hayat yaşıyorlar. Diyeceksiniz ki İsveç de steril bir yer ama İsveçli bir grup çok az maliyetlere Avrupa’yı kolayca turlayabiliyor. Anvil’de Kanadalıların tipik kibarlığı, sakinliği ve tabiri caizse minnoşluğu çok net gözlemlenebiliyor. E Kanada’nın diğer ünlü bir ismi Justin Bieber gibi bebek yüzlü ve popülist olmayınca işler iyice zorlaşıyor tabii.
İki koca seneyi pandemiye kurban verdikten sonra Anvil’in konser haberini aldım. Konser Ontario eyaletinin Cambridge şehrinde Rhythm & Brews Brewing Company adında kendi biralarını yapan ufak bir mekandaydı. Anvil’den önce Cambridge’in yerli, klasik rock müzik grubu Seven Sundays sahne alacaktı. Hemen biletleri aldım ve heyecanla evimize 45 dakika uzaklıkta olan Cambridge şehrine doğru yola çıktık. Mekâna vardığımızda kapıda davulcu Rob Reiner’ı gördük. Gidip konuşsak mı dedik ama bir yandan da rahatsız etmek istemedik. Nasıl olsa tekrar görürüz diye içeriye yöneldik. İki doz aşı olduğumuza dair belgeyi gösterdikten sonra listede ismimi aradılar ama bulamadılar. Meğerse masalar rezerveymiş. Bilet alırken metal konserinde oturulur mu hiç diye numarasız olanlardan almıştım. Bu arada kapıdaki güvenlik görevlilerinin kibarlığı da alışkın olmadığımız için bizi çok şaşırttı. Konser salonu daha ziyade eski bir gazinoya benziyordu. Bizden başka hemen hemen herkes numaralı masalarda oturuyordu. Yaş ortalaması hayli yüksekti ama çok genç hayranlar da vardı tek tük. Seven Sundays, ufak tefek aksaklıklar yaşasa da lokal olmanın verdiği avantajla seyirciyle güzel bir diyalog kurup ortamı ısıttı. Ön grup bittikten sonra barda biralarımızı tazeledik ve konser salonuna dönerken Lips ile karşılaştık. Heyecanla “Merhaba, fotoğraf çektirebilir miyiz?” diye sorduk. Gayet sıcak bir şekilde “Pek tabii” dedi. Fotoğraf çektirdikten sonra “Biz İstanbulluyuz. İki sene önce Kanada’ya taşındık. Oakville’den buraya sizi izlemeye geldik” dedim. “Aaa biz İstanbul’a gidecektik U.D.O ile ama iptal oldu.” dedi. Sonra bize İsveç’te tanıştığı hayranlarından birinin onları bir yerden bir yere götürdüğünü, yolda çok muhabbet ettiklerini ve yıllar sonra aynı hayranlarıyla Los Angeles konserlerinde karşılaştıklarını anlattı ve “Dünya çok küçük, belki bir gün İstanbul’da çalarız ve sizinle orada tekrar karşılaşırız” dedi. Sonra “Avrupa’dan insanlarla sohbet etmeyi hep çok sevmişimdir” dedi. Türkleri, buradaki çoğu Kanadalının aksine Orta Doğulu değil de Avrupalı olarak görmesi ne yalan söyleyeyim hoşuma gitti. “Ben gidip hazırlanayım” dedi ve arkamızdan “Welcome to Canada!” diye bağırdı. Filmde izleyip hayran olduğum Lips gerçekte daha bile tatlı bir insanmış diye düşünürken konserin sonuna doğru ne kadar büyüleneceğimden habersizdim tabii.
Anvil sahnede 3 kişiydi. Lips, davulcu Rob Reiner ve 6 yıldır grupta olan ve Anvil’e her anlamda çok yakışmış basçı Chris Robertson. Lips, Robertson’ın gruba çok şey kattığını ve sonunda aradıkları kanı bulduklarını söyledi. Biz de basçının müzisyenliğine, enstrümanına olan hakimiyetine ve sahne enerjisine hayran kaldık. Grup iki yıldır ilk kez konser veriyordu ve üzerlerinde onun heyecanı ve coşkusu da vardı. “Çok özledik be abi!” türünden şeyler söylediler. Bildiğin okul müsameresine çıkan çocuğun heyecanıyla 40 yıllık duayen sanatçı özgüveninin karışımı bir enerji vardı havada. “Filmi kimler izledi?” diye sordu. “Ha o zaman beni çıplak gördünüz” dedi. Playlist’e gelince ilk albümleri Hard’n Heavy’den Ooh Baby, 1983 Forged in Fire albümünden Free as the Wind ve Winged Assassins, 2007’de çıkardıkları This is Thirteen albümünden aynı isimli parça, 2011 Juggernaut of Justice albümünden On Fire ve Swing Thing, 2013 Hope in Hell albümünden Badass Rock’n Roll, 2018 çıkışlı albümleri Pounding the Pavement’tan Bitch in the Box ve 2020’de çıkardıkları son albümleri Legal at Last’tan Nabbed in Nebraska, I’m Alive, Glass House, Plastic in Paradise’ı çaldılar. Lips “Şimdi çalacağımız şarkı benim çok sevdiğim bir şeyle alakalı. Biliyorsunuz Trudeau diye birisi var ve o bunu serbest bıraktı sonunda” dedi ve tahmin edeceğiniz üzere Legal at Last’ı çaldılar.
Grubun ikinci ve en ünlü albümü olan Metal on Metal’den Mothra, 666, March of the Crabs çalıp kapanışı en hit parçaları Metal on Metal ile yaptılar. Lips’in bir ara sahneden inip çok genç bir hayranının karşısında beraber söyleyip çalması konserin unutulmaz anlarından biriydi. Konseri herkes oturarak izledi ve bu bizi başta oldukça rahatsız etti ama seyirci oturmasına rağmen parçalara büyük bir coşkuyla eşlik ediyordu. Anvil’in Kanada’da verdikleri çeşitli konserlerin videolarını izlemiştim ve pogolar, stage diving’ler havada uçuşuyordu. Sanırım Cambridge konseri Covid sebebiyle oturmalı olarak düzenlenmişti.
Bugüne kadar çeşitli ülkelerde onlarca grup izledim ama Anvil’i izlerken hissettiklerimi daha önce hiç yaşamadım. O sahnede olmalarının tek bir sebebi vardı, o da o sahnede olmak ve o parçaları çalmaktı. Ne para ne şöhret ne de başka bir şey umurlarında değildi. Bu tarif etmesi çok zor bir duygu ama belki de bu yüzden asla mainstream olmadılar. Davulcu Rob Reiner’ın tüyleri diken diken eden solosundan sonra “Born to be Wild” ile bis yaptılar ve ben bir metal konseri değil de bir rock’n roll şöleni izlediğimi fark ettim. Üzerimde öyle bir etki bıraktılar ki artık Anvil nerede ben oradayım J. Konser bittikten sonra dışarıya çıktığımızda basçı Chris Robertson’ı görüp tebrik ettik ve ona da “Biz İstanbulluyuz vs.” dedik. “Aaa biliyorum Lips söyledi” dedi. Düşünsenize adam hayranıyla fotoğraf çektirdikten sonra kulise gidiyor ve “Çocuklar İstanbullu hayranlarımız gelmiş” diyor 65 yaşında bir çocuk sevinciyle. Anvil’i farklı yapan sanırım bu çocuksu heyecan. Sokrates’in söylediği iddia edilen “Dürüst bir insan daima çocuk kalır” sözü biraz klişeleşmiş olsa da bence Anvil’i çok güzel anlatıyor.
Işıl Ertaş Şentürk