Seda Ünsar: “Yazmasaydım Delirecektim”

Düşüş romanı, Seda Ünsar’ın ilk kitabı. Ünsar, tecrübeli bir akademisyen; aynı zamanda sıkı bir edebiyat okuru olarak bu kez kendisi bir roman yazarı olarak karşımıza çıkıyor. Bu kitap, Seda Ünsar’ın hayatında nasıl bir yer kaplıyor?

Ben çocukluğundan beri tutkuyla ve merakla, çok okuyan ve yazan birisiyim. Türkçe, İngilizce tiyatro oyunları, bir roman, kafamın içinde dönen, kendi kendime konuştuğum hikayeler, the Economist ve Newsweek Dergisi editörleriyle yazışmalar -ne anlıyorduysam o zamanlar ekonomiden veya hayattan, 18 yaşında AFS’li (bir nevi Liselilerin Erasmus’u –E.N.) olarak gittiğim Tayland’da “Tayland defterleri” ve mesela otuzar, kırkar sayfalık mektuplar vesaire vesaire. Üç yaşındayken bana okunan hikayeleri ezberleyip eve gelen misafirlere kucağıma koyduğum kitabın satırlarını işaret parmağımla okuyormuş gibi takip ederek insanları “aman Allahım üç yaşında okuyor mu diye” şoka soktuğum, pazar günleri kitapçıların önünde yerlere yapışarak kitap diye tutturup ağladığım hala anlatılır. Yani kendimi bilmediğim zamanlarda bile böyle bir kitap tutkum vardı ve her şeyi okurdum; en çok da roman okumayı severdim. Mesela, Operadaki Hayalet filmini televizyonda izlemiştim. Çok küçüktüm, ilkokuldaydım sanırım. Film siyah beyazdı ve ben günlerce kitabını aramıştım. Eski, ciltli kitaplar satan bir kitapçım vardı; Jean Jacques Rousseau’dan Jack London’a, İngilizce Shakespeare kitaplarından James Joyce’a, Stendhal’dan, Balzac’a, Alphonse Daudet’den Erskine Caldwell’e, Ernest Hemingway’den John Steinbeck’e, Jean Paul Sartre’dan Rus klasiklerine ne varsa toplar, okurdum. Doktorada tez danışmanım akademik yazıdaki üslubumu edebi bulur, tezden önce romanımı yazmam gerektiğini söylerdi. Bu yüzden, Düşüş çok gecikmiş bir roman oldu benim için, diyebilirim. Amerika’da akademik kariyer beni edebiyattan uzunca bir süre kopardı. Mesela romanın ikinci baş karakteri olan S bile benim çocukluğumdan kalma bir karakter aslında; aklımda yazdığım hikayelerin ana karakterinin adı Scarlett idi (evet “Rüzgar gibi Geçti”nin Scarletti); romanda Scarlett diyemedim çünkü karakter Türk’tü fakat başka bir isim de koyamadım yerine ve bu nedenle S olarak kaldı.

Edebiyatçı olmak, 2023 yılında bile neden hâlâ cool bir uğraş sizce? Ya da youtuberlar ve influencerlar çağında “analog takılmak” hâlâ cool bir uğraş mı?

Edebiyatı “cool”luk kategorisinde değerlendirmemiştim hiç; ilginç bir soru… Uygarlık tarihine (ontolojik ve teorik anlamda Marksist açıdan) üretim modu örgütlenmesi aşamaları olarak bakacak olursak, antik, feodal, kapitalist tüm çağlarda edebiyat vardır. Biz bu yüzyılda kapitalizmin postmodern, dijital çağından geçiyoruz fakat özelde edebiyat, genelde sanat insanın varoluşuyla ilgili bir durum. Değeri ve anlamı bundan ibaret ve bu, değişecek bir şey değil. Öte yandan, influencerlık veya youtuberlık gibi yeni “meslek”ler veya uğraşlar, temsilin gerçeğin yerini alması ve özgür insan iradesinin yozlaşması gibi analizlerle kritik edebileceğimiz postmodern halin bir parçası.

Düşüş romanı, genç bir kadın öğrencinin –aynı zamanda kitabın yazarı olan akademisyenin de- farklı kıtalarda, farklı ülkelerde hayat ve okul deneyimlerini de bize aktarıyor. Bu bağlamda “beyin göçü” kavramı, kitabı okurken sık sık beni düşündürdü. Beyin göçü veren ülkeler kültürel olarak çoraklaşırken göç edenlerin de karmaşık duygular yaşadıkları açık. Siz bu duruma ilişkin neler söyleyebilirsiniz?

Evet, Düşüş’te benim hayatımdan önemli parçalar var. Sorunuz ilk kısımdaki beş bölüm içinde Aşkın Sırrı ve Sırrın Aşkı veya İhanet bölümlerinde, Amerika ve Avrupa’da derslerde, konferanslarda yaşanılan kısımlara işaret ediyor ve Almanya’da yaşayan bir okuyucumun bir yorumunu hatırlattı bana; romandaki İranlı Behman karakterinin trajedisinde kendini bulduğunu söylemişti. Benim hayatıma dönecek olursak, ben kendimi “göç eden” olarak konumlandırmadım hiç. Daha doğrusu, ben çocukluğumdan beri yurt dışında yaşamaya yönelik bir arzum olduğu için yurt dışına gittim. Sanki bu, doğal olandı. Lisede AFS’li oldum; lisans eğitimim sırasında yazdığım yazılarla burs kazanarak Avrupa’da birçok üniversite, dış işleri bakanlığı ve kurumun ortak çalışması olan ve tüm dünyadan gençlerin katıldığı, bir hafta ile beş hafta arasında değişen programlara katıldım; lisans eğitimim biter bitmez doktoraya Amerika’ya gittim. Hatta, o zamanlar bilmiyordum, ÖYS derecemle lisansı da Ivy League bir Amerikan üniversitesinde burslu olarak okuyabilirmişim. Bunu biliyor olsaydım, üniversitede gitmiş olurdum. Yurtdışında yaşama arzusuyla beraber doktora da doğal bir süreçti benim için çünkü doktora yapma isteğimin sebebi de şeylerin ardındaki sebeplere yönelik bir merak dürtüsüydü ve bu dürtü, “sonuna kadar okuma arzusu” olarak ifade edilebilir. Yurtdışında yaşarken, Tayland, Avrupa veya Amerika gibi farklı yerlerin hiçbirinde kendimi “yabancı” ya da “göçmen” hissetmedim. Tabii Tayland her açıdan en farklı yer olduğundan “yabancı olma” hissi vardı fakat orada AFS’nin Türkiye ve Türk kültürünü tanıtma ve gittiğimiz toplumun kültürüne uyum sağlama misyonunu üstlenmiştik ve AFS bu konuda çok ciddi bir kurumdu. Üniversite sınavı gibi bir sınavdan, sözlülerden, kişilik analizlerinden geçtikten sonra seçilerek gönderilmiştik. Dolayısıyla, orada “yabancı” olmaya fırsatımız, böyle bir “lüks”ümüz yoktu; üzerimize aldığımız sorumluluk tanıtım ve uyum misyonunu başarıyla tamamlamaktı fakat yine de kişisel olarak da zorluk çekmedim. Amerika ve çok daha kısa bir süre yaşadığım Avrupa’daysa, uyum sorunu ya da kendini yabancı hissetme gibi karmaşalar yaşamadım; sanki gittiğim yerde doğmuşum gibi yaşadım. Hatta, Türk toplumuna olduğumdan daha uyumlu bir şekilde yaşadığımı da söyleyebilirim. Yaşadığım toplumdan kopuk bir insan olmasam bile, farklı toplumlar benim hep ilgimi çekti; farklı yerlerde yaşamı merak ettim ve birçok açıdan Batı toplumlarına daha uygun bir zihniyetim vardı; romanda da bu konuyu karakter özlerine bağlayarak işliyorum. Öte yandan, beyin göçü olarak ifade edilen durum, farklı bir durum: Akademik literatürde insan kapitali dediğimiz şeyin, bir ülkenin makro-yapısal şartlarından dolayı gelişen verimsiz, yeniden-dağıtımcı kurumsal sisteminden kaçması; kendini gerçekleştirebileceği, potansiyelini geliştirebileceği ve uygulamaya koyabileceği verimli kurumsal sisteme gitmesi. Bu, tabii ki terk edilen ülkenin kültürel, politik, ideolojik, ekonomik her anlamda daha da çoraklaşması demek olduğu gibi bu insanlar, örneğin benim durumumda olduğu gibi yurt dışında yaşama arzusu, İngilizce konuşma arzusu gibi içten gelen kişisel isteklerle değil, sistem tarafından önü kesilmeden bilimsel üretim yapabilmek veya bireysel olarak daha rahat bir hayat sürebilmek için gittiklerinden, duygusal hayatlarında mutsuz ya da karmaşık durumlar, uyum sağlayamama, hasret çekme, kimlik kargaşası gibi zorluklar yaşayabilirler. Ben bizzat yaşamasam da bu hisleri yaşayan tanıdıklarım oldu yıllar içinde.

Kitabın dili “ortalama okuyucu” için biraz fazla “eklektik” geldi bana. Metin tamamlandığında, yayınlanma öncesinde “anlaşılamamak” gibi bir çekinceniz olmadı mı?

Ben bu romanı çok kısa bir süre içinde artık yazmazsam delireceğim için bir bilinçaltı boşalması gibi planlamadan, kurgulamadan yazdım. Açıkçası, okuyucu hiç aklıma gelmedi ya da anlaşılırlık kaygım olmadı. Fakat bu, benim bu romanla sınırlı fikrim veya durumum değil. Daha doğrusu, Kazuo Ohno’dan bir alıntı yaparak kendimi ifade edeyim: “Ne öğretebilirsin? Sanat değil, o imkansız. Genel olarak kabul edilenin tersine, sanat öğretilemez. Bir sanat çalışması bir insandan doğal bir biçimde doğar, bir insanın bir insanın içinden doğuşu, çıkışı gibi…Hayatın senin içinden doğması, çıkması gerekir”. Sanat bence de Ohno’nun anlattığı gibi doğal ve aynı zamanda önlenemez bir şey çünkü özünde düşünce ve hissiyat böyle. Bir başka deyişle, sanat birilerinin anlaması, beğenmesi, değerlendirmesi için değil, kendinden ve kendisi (in and of itself) için varolan bir şey. (İngilizcesi’ni de söyledim o ifadenin çünkü Türkçe’de halihazırda böyle bir ifade kullanımı yok fakat aslında bu ifade çok önemli çünkü Platonik ideaya işaret ediyor). Bu konuyla ilgili Düşüş’ten de bir diyalogdan alıntı yapayım:

“Sanat halk için mi, sanat için mi tartışmasında, bir yanım halk diyenlere minnettar olurken, sanatın bir idea olarak sadece kendisi için ve kendinden olduğunu düşündüğümden, sanat için iddiasında olurdum. Ama geçenlerde omlet yaparken, sanat asıl sanat için olduğu zaman, halk için de olmuş oluyor, diye fark ettim. Çünkü nihai olarak, bir ideanın idea olarak var olması ve sonsuzlukta ilerlemesi, insanlar ve insanlık için olabilecek en güzel şey (burada güzel kelimesini de idea olarak kullanıyorum, başka türlü nasıl ifade edeceğimi bilemedim). Pragmatizm ya da fayda adına, içeriğiyle, değeriyle oynanırsa, varlığıyla oynanmış olur. İdea idea olarak var olamazsa, hiçbir şekilde var olamaz, daha doğrusu var olan şey, başka bir şey olur. Bu başka şeyin de insanlığa ya da insana getirisi zaten diğer şey kadar olamaz. İşte bu yüzden, sanat sanat için olduğunda ancak, halk için de olmuş olabilir. Başka şartlar altında olan şey, yani halk için olsun denilen şey, başka bir şey olur fakat sanat olmaz. Halkın kültür ve eğitim seviyesi, zihin ve ruh bilinci, düşünce sistemi sanatı takdir edecek seviyeye gelene kadar devam edilmelidir; hem sanat için sanata, hem halk aydınlanmasına.” (s. 40)

Bundan bağımsız olarak, Düşüş’e özel bir başka özelliği tekrarlamak isterim: Düşüş, yıllardır kafamda dönen veya derslerimde paylaştığım düşüncelerin, monologlar ve diyaloglar şeklinde, karakterlerin düşünceleri olarak kağıda dökülmüş hali oldu. Bu anlamda, Litera Edebiyat Dergisi’nde Hakan Tarman tarafından yazılmış “Varoluşçu Bir Sorgulama” başlıklı yazıda, romanın düşünce ağı, Thomas Mann’ın içsel diyalog ve monologlardan oluşan ve tam bir düşünce romanı olan Doktor Faustus’una benzetildi. Mahal Edebiyat Dergisi’nde Almanya’da felsefe okuyan Umut Şenoğlu tarafından yazılan “Epik bir Batı Doğu Karşılaşması” başlıklı yazıda ise romanı iki ayrı şekilde, edebi ve akademik olarak, analiz etmek gerektiği yazıldı. Edebi ve akademik alanı birleştirerek edebiyatta roman türüne bir yenilik getirdiği ifade edilirken, her iki alanda ayrı ayrı sunduğu katkıyı da ayrı ayrı incelemek gerektiğinden bahsedildi.  Başka yazılar da aklıma geliyor ama sanırım bu iki yazı bu soruya uygun bir yanıt veriyor. Şunu da ben söylemek istiyorum: Bütün bunlar bir yandan da muhtemelen ikinci bir romanla tekrarlanmayacak şekilde Düşüş’e özgü nitelikler. Düşünce yoğunluğu benim bir karakteristiğim olsa bile, bir sonraki romanımda aynı yoğunlukta veya akademik içerikte olmaz çünkü akademiden taşımak istediğim düşünceleri halihazırda taşıdığımı düşünüyorum. Edebiyat tutkusunu ve edebi bilgisinin derinliğini takdir ettiğim Serhan Asker’in de Düşüş’ü okur okumaz paylaştığı ilginç bir yorum geldi aklıma. Orson Wells’in ilk filmi (ve en iyi filmi) olan Yurttaş Kane ile çıtayı hem sinema hem kendisi için kolay kolay aşılamayacak bir yere çıkardığını ve benim de ona Orson Wells’i hatırlatır biçimde bu romanla çıtayı hem kendim için hem edebiyat için çok çok yükseğe çıkardığımı söylemişti. Türkiye’de edebiyat dünyasına girince farkına vardığım, dolaylı olarak ilgili bir başka durum daha var bahsetmek istediğim. Bu durum aynı zamanda tabii ki biraz geri kalmışlık, biraz postmodern kapitalizmle ilintili bir durum. Bir düşünce kuruluşunun raporuna göre Japonya’da toplumun yüzde 14’ü, Amerika’da yüzde 12’si, İngiltere ve Fransa’da yüzde 21’i düzenli kitap okurken, Türkiye’de yalnızca binde 1 kişi kitap okuyormuş. Bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli yılda ortalama 10, bir Fransız yılda ortalama 7, bir Türk ise 10 yılda ancak 1 kitap okuyormuş. Fakat ben gördüm ki “her Türk kitap yazıyor”. Bunun için sürekli “atölyeler” yapılıyor. Başka iş alanlarında kariyer yapmış insanlar örneğin, “Bir de, kitabı çıksın” istiyor. Batı’da felsefe ve bilim iktidar oldu fakat Doğu’da olamadı. Bu nedenle, böyle “herkesin yazar olduğu” bir ortamda, üstelik artık ekonomik anlamda da net olarak görülen tam bir çöküş döneminden geçerken, felsefesiz ve giderek daha da bilimdışı bir topluma dönüşen Türkiye’nin halihazırdaki kültür seviyesine uygun kitaplar satış kaygısıyla ön plana çıkarılıyor. Hatta, blogger, youtuber, influencer gibi uğraş sahipleri, film yıldızları veya dizi oyuncuları, astrologlar edebiyat dünyasını sarmış durumda. Kendini entelektüel olarak gören kesimler bu kültür seviyesini yukarı taşımak için hiçbir şey yapmadığı gibi kendini olan kültür seviyesine adapte ediyor ve size de bunu tavsiye ediyor. Tabii böyle yapıyor olmalarının sebebi zaten özünde kendilerinin de gerçek anlamda entelektüel olmamaları. Aynı sistemde iyi kitap yazan, çok satan, uluslararası alanda da tanınan yazarlar, bir Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal Tahir, Yaşar Kemal’mişcesine büyük edebiyatçı yapılmış durumda ve bu sistemin içine edebiyatla girmeniz çok zor, hatta neredeyse imkansız. (Oryantalizm de böyle kendi referanslarıyla işleyen bir sistem mesela. Neredeyse bir oryantalizm katılığında düşünebilirsiniz bu dediklerimi).

Tabii ki isteyen istediğini yapabilir; isteyen yazabilir; yazar olabilir fakat edebiyat bir sanat dalı olarak ayrı bir şeydir; edebi değeri olan bir eser yazmak ayrı bir şeydir. Sanat piyasa ekonomisine tabii tutulamaz; tutulursa, sanat olmaz. Hele ki o piyasa ekonomisinde arzı yaratanın, talep edenin, felsefesiz ve kültürsüz bir toplum olduğu düşünülürse. Bu, işin kapitalizmle ilgili ayağı. İşin kapitalizmde görece olarak yeni bir dönem olan postmodern ayağı ise bu durumu daha da karmaşıklaştırıyor. Şöyle ki temsilin gerçeğin yerini almasıyla, size ne gerçek olarak temsil ediliyorsa (dayatılıyorsa), o bir süre sonra gerçeğin kendisi haline de dönüşmüş oluyor; yani benim analizimde, postmodern durum, gerçeği reddeden durum olmaktan çıkıp gerçeği reddetme görüntüsü altında aslında kendi gerçeğini yaratmış oluyor. Biz Marksist teorik bakışla bir üstyapı parçası olan sosyal medya başta olmak üzere medya aracılığıyla, büyük yatırımlarla “PR yapılarak” yaratılmış “gerçekler”le karşılaşıyoruz. Bununla ilgili de yine romandan iki alıntı yapmak isterim.

“Platon’un sofistlerle mücadelesinin temel bir nedeni, sofistlerin olgu bilgisinde görülen değişkenliği mutlaklaştırmış olmaları değil miydi?” (s.440)

“S gerçeğin, üretildiği koşullar politik olduğu için sistemi anlamlandıran bir söylemden öteye geçmediğini; insanın doğru metodla donatılmış akıl aracılığıyla gerçeğe ulaşabileceği fikrinin nasıl bir illüzyon olduğunu; gücün, liberal kurumlar tarafından baskı aracı olarak uygulanmaktan öte, moderniteyle disipline edilen insanın kendi kendisiyle, kendini anlamlandırmasıyla, diğer insanlarla ve toplumla ilişkilerinin içine sızarak sistemikleşen bir durum olduğunu, bu nedenle (liberal kapitalist kurumları görünen gardiyanlar olarak düşünürsek), Panoptikon’un görünmez gardiyanları gibi düşünülebileceğini anlatan Michel Foucault’nun ve postyapısalcıların düşüncelerini, bir anlamda, kendilerine göre değiştiren postmodernistlerin, bu çağın göreceliliği mutlaklaştıran sofistleri olduğunu söylerdi.” (s. 445-446).

İnsan kendisine yeni hayatlar veren, kendi iç dünyasını keşfettiren, alt üst eden, düşüncesini zorlayarak sınırsızlığa ulaştıracak, can acıtan kitaplar okumalı. Küçükken Agatha Christie okumaktan da zevk alırdım ama klasikleri (benim için özellikle Rus klasikleri başta olmak üzere tüm dünya klasiklerini) okuduğumda iç dünyam değişti ya da kendini ifade eden bir şeyle karşılaştı. Aslen edebiyat bunun için var. Daha doğrusu, buna, ancak, edebiyat denebilir. Türkiye’de edebiyat dünyasında edebiyatın yeri çok çok az. Böyle bir okuyucu kitlesi de aynı şekilde çok çok az. Daha doğrusu, ben bu sene kitabımın duyuru ve tanıtımını yapmaya çalışırken, dehşet içinde öğrendim ki dijital çağda kimse okumuyor. Kitabı değerlendirecek kişiler dahi okumuyor çünkü biz okumak için okuyan, içinden okuma arzusu, tutkusu gelen bireylerin hatırı sayılır sayıda olabileceği bir toplum değiliz. Gerçekten okumaya düşkün, “Okumadan duramam” diyen kişi sayısı kaçtır, böyle güvenilir bir istatistik ortaya çıkarılabilse ki bu da çok mümkün değil bence, çok bilmek isterdim.

Kitap bir yanıyla post-modern bir metin ama çoğu post-modernist yazarın tam aksine aydınlanmacı bir tarafta da duruyor. Mustafa Kemal vurgusu genelde post modern yazarların romanlarında hep “tabu-deviren” biçimlerde ele alındı, olumsuz olarak. Sizin metinde ise tam tersi bir tavır söz konusu. Bu duruma dair fikrinizi açıklar mısınız?

Öncelikle post-modern, modern meselesiyle ilgili birkaç şey söylemek isterim. Panzehir Dergi’de Aybars Kök “Rüya Alemi gibi bir Aşk Hikayesi” başlıklı yazısında çoklu mekânlarda “Mo Yan’ın, Joseph Conrad’ın, Tolstoy’un ağdalı, uzun tasvirleri, Dostoyevski’nin psikolojik çözümlemeleri, Çehov’un insan doğası üzerine tiratları, Virginia Woolf’un kendi etrafında dönen düşünce girdapları ve varoluşçu felsefenin hayatın anlamı ve anlamsızlığı üzerine kavramları arasında gidip gelirken, hem modern hem post-modern bir hikâyenin içinde olduğumu düşündüm” demiş. Bu durum, daha önce de bahsettiğim Mahal Edebiyat’ta çıkan yazıda “roman hem klasik, hem modern edebiyatın özelliklerini, hem zaman zaman sürrealizme kayan üslubuyla ve klasik kurgusal bir zaman ve mekân dizilimi izlemeyerek post- modern edebiyatın özelliklerini taşıyor” diye ifade edilmiş. Ben de şöyle diyebilirim: Düşüş düşünce metni olarak postmodernite ve kapitalizm kritiği ağırlıklı olan, özellikle doğu ontolojisinde modernite savunusu yapan bir metin; postmodernizm ise üslubun bazı kısımlarında ve klasik zaman ve mekân dizilimi izlemeyen kurgusunda bulunabilir. Ben Mustafa Kemal Atatürk’ü bilim insanı kimliğimle anlattım. 1993’te Robert Fogel’la birlikte Douglass C. North “ekonomik ve kurumsal değişmeleri açıklamak için ekonomik teori ve kantitatif yöntemler uygulayarak ekonomi tarihi konusundaki araştırmaları yeniledikleri için” Nobel ödülü almıştı. Burada söz edilen ekonomik ve kurumsal değişmeler belki akademik olmayan dünyada pek anlaşılır değildir fakat yine de olduğu gibi söylemek zorundayım, yüzlerce yıllık makro-tarihi ve makro-yapısal durumlar. Ben doktora tezimde North’u hem felsefi hem teorik anlamda, Osmanlı’nın makro-tarihi kurumsal evrimine ve makro-yapısına bakarak kritik etmiştim. Hatta çoklu-disiplinli tezimin literatüre temel katkısı, bu sekülerleşmenin kapitalizm tarafından yutulan imparatorluğun mülkiyet sisteminin düzenlenmesinin bir yan etkisi olarak ortaya çıkması iddiasıydı ve ben bunu teorik kritiği oluştururken ve teorim için vaka olarak da Osmanlı okuması yaparken fark etmiştim.

Annales Okulu’nun ünlü tarihçisi Fernand Braudel kapitalizmi, kendi adıyla özdeşleşen ‘uzun vade’ (longue durée) süreçte ve büyük sosyo-ekonomik faktörlerin tarih yaratımındaki rolüyle analiz eder. Sosyal bilimlerde bana anlamlı gelen çok az şeyden biri de, İmmanuel Wallerstein’ın, Braudel’in kavramsallaştırmaları ve tarih okuyuşu üzerine inşa etmiş olduğu Dünya-Sistemleri teorisidir. Türkiye’de yüzeysel de olsa ikincisi daha çok bilinmekle beraber, ilkinin (North’un) teori olarak bilindiğine pek rastlamadım.

Ben bu iki teoriyi birleştiriyorum; daha doğrusu, bu hayatta, sosyal olguya bakışta, bu iki teorinin anlamlı olduğunu düşünüyorum. Osmanlı’nın çöküşüne de makro-tarihi ve makro-yapısal olarak ve biri liberal, biri neo-Markisist, birbiriyle hiç ilgisi olmayan bu iki teoriyi harmanlayarak bakıyorum. Cumhuriyet Gazetesi’nde bu çok geniş ve derin konunun birbirine bağlı ayaklarını yazmaya çalışıyorum; tabii akademik değil, çok kısa gazete yazıları olarak. Şöyle özetleyebilirim. Öncelikle, Batı-Doğu dikotomisi için; nasıl ki hakikat bir bütünse, aslında dünya da bir bütündür fakat Batı’da sağlamlaşan kapitalist dünya-ekonomi dünyanın geri kalanını içine aldıkça, biz “dünya geri kalanı”na Doğu diyelim. Batı’da Ortaçağda Antik Yunan felsefesinin üzerine giydirilen Hıristiyanlık kozmolojisi bir skolastik düşünce otoritesi yaratmıştır. Bu otorite, sadece erdem ve politikayı değil, aynı zamanda doğaya ait bilginin kaynağını da kapsıyordu. İlk kez Dante ve Paduvalı Marsilius tarafından sarsılan, neredeyse bin yıllık bir ortaçağ birliği döneminden söz ediyoruz.

  1. ve 16. yüzyıllar ise doğaya ait bilginin kaynağının gözlem ve deney olduğu fikrini doğuracak olan Rönesans çağıydı. Leonardo da Vinci, Andreas Vesalius ve Galileo Galilei (ve başkaları) doğayı gözlemledikçe, onun kutsal metinlerde anlatıldığı gibi olmadığını, dolayısıyla kutsal metinlerin doğa üzerinde bir otoritesi olamayacağını ispatladılar. Teoloji ile bilimin birbirinden ayrılması ve bilimin seküler ontolojisi bu ispatla mümkün oldu. Bu ayrılış bilimin teolojiden özerkliğini kurarken; bilimsel alanı kaybederek sarsılan kilise otoritesi, erdem ve politik alan üzerindeki etkisini de kaybetmeye başlayacaktı.
  2. yüzyıla gelindiğinde, bilimsel düşünce devrimi ve Aydınlanma, sosyal ve politik alanın üzerinde yükseldiği sekülerleşmeyi çoktan sağlam bir ontolojiye ve epistemolojiye oturtmuştu. Böylece modernite seküler bir temelde inşa ediliyordu. İşin ilginç yanı, yüzlerce yıllık bu sürecin başlamasında İbni Rüşt’ün Gazali’nin kılıcıyla önü kesilen ‘çifte hakikat’ teoremini okuyan ve kendilerine İbni Rüştçüler diyen/denilen Ortaçağ keşişlerinin de rolü büyüktü.

Burada bugüne bir parantez açalım: örneğin, 21. yüzyılda bile Müslüman bir toplumda “deprem zinadan, homoseksüellikten oluyor” ya da “depremde can alan Allah’tır” gibi söylemlerin politik, ideolojik, sosyal karşılık bulabilmesi, Doğu ontolojisinin o günü bırakın bugünkü niteliği hakkında size bir fikir versin. Tabii, aslında postmodernizm çoklu-gerçeklikler söylemiyle bu durumu isteyerek veya istemeyerek (farkında olarak veya olmayarak) körüklediği için, bu dönem de kendi içinde bağnazlığın daha da hortlatıldığı bir dönem olarak düşünülebilir.

Her neyse, yukarıda anlattığım sekülerleşmenin ekonomi politik ayağına baktığımızda diyebiliriz ki uzun vadede Batı’da ekonomik altyapıda feodal modeli yerinden eden kapitalizm, eş zamanlı olarak üstyapısında da feodal örüntüleri yıkıyor, modernleşmeyle birlikte laik ulus-devletin temelini atıyordu. Bir yandan da, 16. yüzyılda Batı’da sağlamlaşmış kapitalist dünya-ekonomi, karşılaştığı dünya-imparatorlukları (bu kavramlar Braudel’in ekonomi üzerine kurulu kavramları, dolayısıyla dünya-imparatorluk cihan imparatorluğu anlamında değil, birçok kendine has özelliği barındıran verimsiz kurumsal yapı anlamında) içine alarak, çevreleyerek ilerlemiştir. Osmanlı’nın çöküşü bu yarı-sömürgeleşme sürecinin bir sonucudur. Batı’daki süreçlerin Doğu’suna bakacak olursak, İbni Rüşt’ün (ve Al-Kindi, Farabi, İbni Sina, Ömer Hayyam gibi Akılcıların) temsil ettiği felsefe ve bilimsel düşünce, iktidar gücünü arkasına almış olan Gazali’ye yenilmiş, ardında ekolleşecek bir birikim bırakamadan yok olmuştu. Bu durum, Doğu’da sekülerleşmeyi birkaç filozofun düşüncesine hapsetmiştir. 16. yüzyıl kadar erken bir dönemde sağlamlaşmış olan kapitalist dünya-ekonomiye çarpık olarak eklemlenme ile felsefe ve bilimsel düşüncenin önünün kesilmesi Doğu’da iki duruma yol açmıştır: 1- Tam gelişmemiş sınıf yapıları gibi makro-yapısal durumlar; 2- Modernitenin ontolojik ve epistemolojik temeli olan sekülerleşmenin görece olarak yokluğu. Bütün bunlara kapitalizmin genişleme ihtiyacıyla emperyalist süreçleri hatta oryantalizmi de eklemeliyiz.

Mustafa Kemal Atatürk işte bu tarihi düzlemde sadece işgalle somutlaşmış bir emperyalizmi ya da Churchill’in Afrika’ya kadar uzanan planlarını değil, Batı’nın tüm mazlum uluslara karşı çok daha sinsi, bazen gizli bazen açık bir aşağılama, bir efendi-köle tavrı, daha da önemlisi kendi kimliğinin karanlık vekili olarak işleyen oryantalizmini alt üst etmiştir. İlk defa olarak Doğu’yu Batı’nın karşısında eşitleyen kişidir; aynı zamanda korkulduğu ya da içten içe nefret edildiği zamanlarda bile, yani düşmanlarının dahi, hayranlığını kazanmış tek tarihi kişidir. 1922’de savaş meydanında “Hektör’ün öcünü aldık” diyen adam, o meydanda yenilenler tarafından Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmiştir. Emperyalizme karşı ondan sonra da onu örnek alarak savaşan ve efsaneleşen çok olmuştur. Fakat sadece O, savaş dehasıyla kazandığı büyük zaferlere rağmen oryantalizmin ezici gücüyle hala sanki bu zaferler olmamış gibi davranmaya çalışan Batı’ya karşı dişe diş bir politik ve diplomatik mücadele de yürütmüş ve tüm isteklerini kabul ettirmiş; “Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir; gerekirse tek başıma savaşır, ölürüm” deyip teslim olmamış ve amacına ulaşmış ve çağdaşlarının hatta ondan sonra emperyalizme karşı savaşanların çoğunun aksine diktatörleşmeden de ölmüş bir efsanedir. Tarihte Kemal’in peşinden gidenlere Fransızlar Kemalist demiştir. Kemalist Devrim ya da Halil İnalcık Atatürk Devrimi de der ya da Cumhuriyet Devrimi, laikliği kurumsallaştırarak, bilimsel düşüncenin temelindeki merak dürtüsünün sadece Batı’da doğan insana ait olmayan, evrensel bir kategori oluşunu temel aldığında oryantalizme en büyük darbeyi indirmiştir. İbni Rüşt’ten sonra karanlığa gömülen Doğu’da bilimsel düşünce ve felsefenin önünü ilk defa olarak (sekiz yüzyıldan sonra) açmıştır. Bunu en ters makro-yapısal koşullarda ve tehditlere rağmen yapmıştır. Bağnazlığa çelikten bir iradeyle cepheden saldırmış; sekiz yüzyıldır yapılması hayal bile edilemeyen dinde reformu deneme-yanılma yöntemiyle uygulamaya koymuş; yani gerektiğinde kendini yenilemeyi de bilerek olgun bir yol izlemiştir. Arnold Toynbee Atatürk’ün onbeş yıla dört yüzyılı sığdırdığını söylerken, kendisine oryantalist kibrini dahi bir kenara bıraktıran bir hayranlıkla -ki bu hayranlık bir tek Atatürk’e karşı bir durumdur- ters makro-yapısal şartlara rağmen, tarihin rastlamadığı bir adanmışlıkla gerçekleşen bir dev ekonomi politik ve ideolojik-kültürel sıçrayışa işaret eder. Toynbee’den bahsettik ama oryantalist olsun olmasın bütün büyük, ünlü tarihçileri de bu hayranlığa ekleyebiiriz. Heath Lowry mesela “Bu hayranlık yarışında en büyük hayranı benim” der.

Bütün bunlardan sonra ve ejderhalarla dövüşürken kendisi ejderhaya dönüşmemiş, “Kimseye iltifat etmeyeceksin, kimseyi aldatmayacaksın, direneceksin, yoluna büyük engeller koyacaklar, bunları aşacaksın ve o zaman sana büyüksün diyenlere gülüp geçeceksin” diyen bir adam var karşımızda. O ejderhaları bir de bugün yirmi senedir bir iktidar değişikliğini bile beceremeyenler, tarikat ağlarının ve yapış yapış bir muhafazakarlığın iliklerimize nasıl yapıştığını, hatta, bağnazlığın toplumu nasıl yuttuğunu, devletin kurumlarına ne yapıldığını sadece seyredebilenler olarak düşünmek gerekir. Onun bu ejderhalar karşısında çoğu zaman tek başına yürüttüğü mücadeleyi, bu mücadeleyi demokrasinin en basit yapısal şartlarının bile eksik olduğu bir ortamda demokratik zeminde tutmak için ayrıca verdiği mücadeleyle düşünmek gerekir. Geri kalmış ve çökmekte olan toplumlarda Mithat Cemal Kuntay’ın veya  Kemal Tahir’in eşsiz biçimde anlattığı aşağılık insan profili (aydınları da dahil olmak üzere- hatta ben Türkiye’de aydın profilinin halktan daha sıkıntılı olduğunu düşünürüm. Zaten öyle olmasa, bugün farklı bir Türkiye’de yaşıyor olurduk çünkü halkı aydınlatacak ve yükseltecek olan aydınlardır) ile birlikte, insanların egoları, kıskançlıkları, kompleksleri ve ihanetleri içinde yürüttüğü mücadeleyi düşünmek gerekir. Bu mücadelelerin çoğunda silah ve fikir arkadaşlarıyla dayanışma halinde olsa da, özellikle laik devrim konusunda fikir arkadaşlarının geri kalmışlığına karşı (İsmet İnönü hariç) mümkün olan en kansız yolla devrimi gerçekleştirme çabasında ve dünyanın geleceğini tahayyül etmede çağdaşlarının ötesinde olmanın verdiği yalnızlığıyla düşünmek gerekir. Vamık Volkan’ın psikanalizinde anne sevgisi gibi bağlı olduğu vatan için çalışmaktan, seneler boyu cephelerde savaşmaktan ve hepsinden ağırı, cehalete karşı savaşmaktan, çok genç yaşta ve korkunç bir hastalıkla ölen adamı önce anlayabilmek, hissedebilmek gerekir. “Tek mirasım akıl ve bilimdir” (fakat vicdanın da farkında olarak) diyen bir adamın tabulaşması, o adamdan bağımsız olarak, bizim geri kalmışlığımızla ilgili bir durumdur. Asıl tabu bu durumun bilimsel, politik ve ideolojik olarak masaya yatırılmasıdır, bizim geri kalmışlığımızın yani. Ben Uyku Şehri bölümünde bu tabu konusunu direkt olarak cepheden (felsefede özgürlük kavramı üzerinden) işliyorum. Postmodern yazarların bu durumu hedef alarak masaya yatıran bir tavrı yok. Daha ziyade, (içsel olarak hala oryantalizm barındıran ve tabii ki emperyalist projeler de üretmeye devam eden) Batı akademisinde 1990’larda sosyal bilimlerde başlayan, sokaktaki insanın da Huntington tezi diye bileceği, Mustafa Kemal Atatürk’ü hedef alan, hem postmodernizmle hem Soğuk Savaş sonrası yeni emperyal politik düzenle örtüşen akımla uyumlu ve Batı’nın duymaktan hoşlandığı şeyleri söyleyen, yani oryantalizmin dayanılmaz hafifliğine boyun eğen ya da oryantalizmin cazibesiyle baştan çıkarılmış bir tavrı var. Bu tavır cumhuriyeti neredeyse tasfiye etmiş olan ideolojik düşmanlarının da ayrıca hoşuna giden bir tavırdır. Ben romanda akademide karşılaştığım, Batı’da üretilen bu tavrı da anlattım; hatta, bu tavır içinde Arap düşünürleri de ele aldım. Sekülerizm, oryantalizm, Arap kimliği meselesini Springer Yayınevi’nden çıkan akademik bir kitabımın bölümlerinden birinde bir yan tema olarak da işlemiştim.  Dolayısıyla, bu soru aslında müthiş bir tez konusunu içinde barındıran çok önemli bir soru. Bu yüzden ayrıca teşekkür ederim.

Düşüş romanı bu kitabı okuyacak olan okura ne vadediyor?

Bence bir roman vadediyor. Fakat Düşüş’le ilgili yapılan, birçok yazıda öne çıkan birkaç tespiti belirterek yanıtlayayım: “Hayatın anlamını ve anlamsızlığını yaşadığı çağda fakat önceki çağlara da uzanarak sorgulayan, epik bir Batı-Doğu karşılaşması, bir Aydınlanma romanı ve Türkiye’yi içerdiği kadar evrenselliğe de uzanan toplumsal bir roman”. Bu tespitler romanın vaatlerini çok güzel ifade ediyor diye düşünüyorum. Yaşadığımız çağa baktığımda beni en çok çarpan olgu anlamsızlık. Karakterlerden biri bunu “ütopyasız bir dünyanın çocukları olma” şeklinde ifade ediyor. Bu durum insanı, doğayı ve emeği metalaştıran kapitalizmin, bizim yaşadığımız bu postmodern döneminde, anlamda derin bir kayma, kayıp ve boşluk yaratmasıyla ilgili. Öyle ki biz insanın metalaşması sürecinin belki de son aşamasına yakın bir yerde, sadece emeğin değil, insan ilişkilerinin, hislerinin ve değerlerin de metalaşmasının içinden geçiyoruz; zaten emeğin metalaşması sürecinin zorunlu sonucu da bu. Düşüş tarihin bu aşamasının içinden geçiş sürecinde bir anlam arayışı. Eşitlikle gerçek kılınabilecek bir özgürlük, erdem ve adaletle yeni bir dünya kurulabilir; hatta kurulmadan önce hayal edilebilir. Biz hayalimizi de anlamsızlığa kaybettiğimiz bir yerdeyiz. Roman sanırım bu gerçekle bir yüzleşme ve sürekli bir arayış hali.

Öte yandan, bir okurum romanın en çarpıcı mesajının kayıp zaman olduğunu söylemişti. Bu yorum üzerine ben de romanda zamanla ilgili çok şey olduğunu fark ettim. Hristiyanlık kozmolojisinde başlayan lineer zaman anlayışı daha sonra teolojinin sekülerleşmesiyle Batı felsefesinin diyalektik anlayışının da temeli olmuştur. Örneğin, bu konu karakterler arası bir diyalogda işleniyor. Karakterler ise hayatı yaşamayla sorgulama arasına sıkışmış ve bir noktada bu lineer zamanı kaybetmiş karakterler denebilir. Belki şimdi bunları söylerken fark ettim, romandaki Çarpık Zaman başlıkları bu anlama geliyor. Bir başka okurum ise, romanın en önemli mesajının ölümsüzlük arayışı olduğunu ifade etti. İnsan tüm hayvanlar içinde ölümsüzlük arayışı olan tek hayvan. Bu anlamda ölümsüzlük arayışı insanın peşine düştüğü içsel bir dürtü. Ben iki farklı yorumu okuyunca, aslında yorumların birbirine bağlı olduğunu düşündüm. Şöyle ki: “Henüz ikisinin de, hâlâ hayatlarıyla, sırf yaşayarak yani, ölümsüzlüğü yakalayabileceklerini düşündükleri umutlu zamanlardı (s. 157)”. Bu cümle romanın iki ana karakterini (Ali ve S) anlatan bir cümle. Karakterlerden biri (Ali) ise yıllar sonra bir zamanda şöyle düşünüyor: “Böylelikle, şimdi karanlık salonda dikilmiş, pencereden yola ve karşı kaldırımdaki ağaca bakarken bu salondan hiç çıkmamış, yaşanan her şeyi sadece hayal etmiş olduğunu düşünüyordu. Belki Sergey gerçek, kendisi bir kelimeden ibaretti (s. 418)”. Sanırım böylece hem ölümsüzlük arayışı hem kayıp zamanın karakterlerden romana ve romandan okuyucuya yayılan ana metaforlar ve dolayısıyla vaatler olduğunu da söyleyebiliriz.

Teşekkür ederiz.

Paylaş

Önerilen Haberler

Bir yanıt yazın