SPOILERSIZ DUNE: BAHARAT KAFASIYLA UZAK UFUKLARA GÖRKEMLİ BİR BİLİMKURGU DENEYİMİ

“I want to do centuries in a lifetime

And see it with my eyes

Watch Jesus rise, if he ever did”

Anneke van Giersbergen – Strange Machines

Evren Ünal

twitter.com/evrenunal

 İkinci dünya savaşı sonrası dönemin belki de en karakteristik özelliklerinden biri fantazya ve bilimkurgu edebiyatının altın çağına işaret eden, çığır açıcı eserlerin ortaya çıktığı bir dönem olmasıdır. Arthur C. Clarke, Philip K. Dick, Ursula K.Leguin, Ray Bradbury, Isaac Asimov, Frank Herbert gibi isimler ve daha nicesi, modern dünyanın insanlık dışı savaşlarıyla uzay yarışının politik gerilimi arasına sıkışmış bir insanlığın tuhaf makinelerle olan birlikteliği üzerinden, bu sonu gelmez savaşların bizleri hangi ufuklara doğru sürükleyeceğine dair eşsiz hikâyeler anlattılar.

İşte böyle bir dönemde; karşı-kültür anlayışının yükseldiği, “keyif verici maddelerin” havada uçuştuğu 1965 senesinde yayımlanan Dune, bilimkurgu seven ve uzayın derinliklerinde hayatın anlamını sorgulayan boomer neslinin başucu kitabı oldu. Kitap o kadar uzağa götürüyordu ki, bilinen evrendeki en değerli –uçurucu- madde olan melanj baharatının bulunduğu Dune (ya da resmi adıyla Arrakis) gezegeninde geçen hikâyede tarihler çok çok uzak bir geleceği, 10.191 yılını işaret ediyordu.

Dune ismiyle haşır neşir olmamı sağlayan ne Herbert’ın kitabı, ne de David Lynch’in talihsiz uyarlamasıdır şahsen. Westwood firmasının  1992 yılında çıkarttığı ve RTS (gerçek zamanlı strateji) türünü belirleyen “Dune II: Building of a Dynasty” oyununu oynayan tanıdık bir abinin Amiga 500’ü, bu isme dair ilk anılarımı barındırır. Abileri oyun oynarken ekranın bir köşesinde meraklı gözlerle dikilen her çocuk bilir ki, ekrandaki o dünya ne gösteriyor olursa olsun eşşiz derecede büyüleyicidir. Yıllar sonra aynı oyunu, baharatlı tütsünün kesif kokusu eşliğinde “interaktif” bir deneyimle oynayıp bitirmemle serinin Kabalcı Yayınevi’nden çıkan ilk üç kitabını okumam aynı döneme rastlar. (Buraya bir dipnot: Kitaplarda geçen melanj baharatının kokusu tarçına benzemektedir.)

Bunca senelik film tecrübesi bana göstermiştir ki, asla ama asla sinema ile basılı yayınları kıyaslama hatasına düşmemek gerekir. Henüz daha ismi geçmezken kendisine yakıştırdığım ve o zamandan beri merakla beklediğim Villeneuve’ün filmini de koltuğa oturunca tam bu rahatlıkla izledim. Ufak detaylara takılmadan, neden “şu yoktu-bu yoktu” veya “neden bu böyle oldu” diye sormadan, uyarlama bir yapımı kendi dinamikleri içinde değerlendirmek gerekiyor diye düşünüyorum. Bu yüzden aslına olabildiğince sadık bir uyarlama olmakla birlikte Dune, genel izleyicinin veya kitapları hiç okumamış kişilerin zaten hissetmeyeceği eksiklere yönelik “nerdgasm” çıkışları göstermemi önledi. Gene de, kitaplara hakim olmayan izleyici için bazı detayların izah edilmesinin faydalı olacağı kanaatindeyim. Kısa kısa bahsedeceğim. Bırakalım baharat aksın.

Dune’a Giriş 101

Hikâye; öncelikli olarak Atreides ve Harkonnen denilen, bir nevi galaktik Stark-Lannister denilebilecek iki hanedan ekseninde anlatılıyor. Atreides’ler Caladan isminde, dev dalgaların kıyıyı dövdüğü bir okyanus gezegeninde yaşıyorlar. Dük Leto Atreides hanedanın başı ve ana kahramanımız Paul Atreides’in de babası. Dük, vakur ve itidalli duruşuyla biliniyor. Paul’un annesi Leydi Jessica ile hiç evlenmemiş, ama birlikte yaşıyorlar. Soylu bir hanedan için sıradışı bir durum olmasa da Paul’ün gayrimeşru olarak dünyaya gelmesini çoğu kişi normal karşılıyor. Diğer hanedan,  vahşi Harkonnen’ler ise ismiyle müstesna, heybetli Rus baronlarını andıran Baron Vlamidir Harkonnen’in yönetimi altındaki galaksinin “kovsan kovulmaz, sevsen sevilmez” hanedanı. Arrakis’i 80 küsur senedir yönetip yerli halka zulmettikleri biliniyor. Açgözlü korkunç Baron, aşırı baharat tüketiminden kontrolü iyice kaybetmiş ve aşırı kilolu olması sebebiyle sırtına takılı özel bir eklenti vasıtasıyla ‘uçarak’ hareket edebiliyor.

Bu hanedanların bir de  üstü var. Galaksi’deki “milli birlik ve beraberliğin” teminatı Padişah İmparator IV. Şaddam. Henüz ilk filmde İmparator’a dair pek fazla bilgi verilmiyor, sadece İmparatorluğun hümayunu, Sardaukar lejyonuyla tanışıyoruz. İmparator, ayrıca Dune yönetimini hangi hanedanın sağlayacağına yönelik en yetkili makam. Hikâyenin hemen başında Harkonnen’i kovup yerine Atreides’leri getirince “taht oyunları” da başlamış oluyor. Dune’un bu kadar önemli olmasındaki sebep ise gezegendeki engin kumullara gömülü, halisünojen etkilere sahip melanj baharatı. Çölün kadim kumsolucanının -Fremen dilindeki isimleriyle Şeyh Hulud- melanj üretimiyle bağlantısı var. Baharatın ömrü uzattığı, iç görüyü artırdığı söyleniyor. Geçmiş ve gelecek/zaman ve mekân arasında köprü görevi görerek, yıldızlararası seyahate imkân tanıyor. Uzun süre maruz kalındığı takdirde göz akları maviye çalmaya başlıyor. Sahip olana büyük bir zenginlik ve bir o kadar da açgözlülük bahşedebilecek bir “space (spice?) acid”. Baharatla kafayı bulup bu seyahatleri yapan ‘Navigator’ ırka filmin başında değiniliyor ancak kendilerini İmparatorla birlikte muhtemelen sonraki yapımlarda göreceğiz. (Lynch versiyonunu izleyenler buhar tankının içinde süzülen Navigator’ı hatırlayacaktır.)

Dune evrenindeki bir başka önemli grup; seslerinin tınısını incelikle ayarlayıp çevresine hükmeden gizemli Bene-Gesserit rahibeleri. Bu özellikleri nedeniyle ‘cadı’ olarak yaftalanıyorlar. Paul’un annesi Leydi Jessica bu gruba dahil ve en yetkin isim ise Rahibe Ana Gaius Helen Mohiam. Hanedanlar ve İmparatorlukla ilgili gizli ajandaları olabilir.  Bir tür “seçilmiş kişi” olan Kuisatz Haderah’ı bulmak için nesiller boyu insanların genetikleriyle oynamışlar. Bene-Gesseritler hakkında, aynı sinematik evrende geçen bir TV dizisi planlanıyormuş. Her şey yolunda giderse kendileri hakkında daha fazla bilgiye bu sayede ulaşabileceğiz.

Arrakis gezegeninin özgür (free) halkı (men) asi Fremen’ler var bir de. Atreides ve Harkonnen’larla birlikte filmin kare ası olan bu yerli halk, çölün içlerinde siyeç denilen mağaralarda yaşıyorlar. Her siyeçin lider seçilen bir ismin denetiminde kendi öz yönetimi var. Bir kısmı dini fanatizmin etkisinde, dış dünyadan gelecek bir mehdinin kendilerini kurtaracağına inanıyorlar. Stilgar’ın başını çektiği Tabr siyeçi gibi hizipler ise demokratik/devrimci yönleriyle ön plana çıkıyor. Bir de şimdilerde her ergene olduğu gibi Paul’ün de rüyalarına giren Zendaya (Chani) var. Fremenler damıtıcı giysilerle, kendi vücut sıvılarını içerek çöl sıcağında hayatta kalmayı keşfetmişler. Tükürdüklerini asla yalamıyorlar. Çünkü hem hesap veremeyecekleri işlere girişmiyorlar, hem de o vücut sıvıları boş yere harcanmaz! (Bu son nükte filmi izledikten sonra belki komik gelebilir.)

Anlatmakla bitmiyor bu evren gördüğünüz gibi. Özellikle Atreides Hanedan’ı içinde pek çok ‘mentor’ karakter var. Gurney Halleck (Josh Brolin) esasında bir müzisyen, ama Duncan Idaho’nun (Jason Momoa) yokluğunda Paul’un silah hocası oluyor. Filmde yer alan ancak ne olduğuna dair herhangi bir bilgi verilmeyen diğer kişiler ise ‘mentat’lar. Her hanedanın kendi özel mentatı var. Atreides’lerin tonton dayısı Thufir Hawat ile Harkonnen’ların donuk bakışlı Piter de Vires’i. Kendilerini göz yuvarlarını ters çevirip mantıksal hesaplamalar yaparken ve efendilerinin sağ kolu olarak alt dudaklarındaki dövmeden fark edebilirsiniz. Mentatlara bir çeşit “insan-bilgisayar” diyebiliriz. Mentatların çok önemli olmalarının altında yer alan sebep ise bizi hikâyenin yaklaşık on bin yıl öncesine götürüyor. Butleryan Cihadı denilen ve yıllarca süren dini nitelikli savaşlar sonucu düşünen, akıllı makinelerin üretilmesi ve kullanılması yasaklanıyor. “Düşünmek insana mahsustur” fetvası verilip, yapay zekâ haram kılınıyor. Bu yüzden karmaşık ve hesaplı analizler için insanlık mentat denilen ‘insan-bilgisayar’lar yetiştiriyor. Özellikle kitapları okursanız, mentatların yeteneklerine gerçekten hayran kalıyorsunuz. Filmde üstün körü geçildiklerinin kanaatindeyim.

Son olarak ana karakter Paul’e gelmeden şunu söylemek istiyorum. Belki istemsizce, belki de baharatın akışı bu yönü işaret ettiğinden kendisi bu yazının sonunda yer alabildi. Dune üzerine okuduğum bazı eleştiriler bu devirde “seçilmiş kişi” kilişesinin izleyici nezdinde ne ölçüde karşılık bulabileceğini sorguluyordu. Mesela filmden hemen önce The Matrix: Resurrections fragmanı vardı ve bilindiği gibi Neo’nun diğer sıfatı ‘The One’. Neo, Matrix filmlerinde üzerine deli gömleği gibi geçirilen bir kehanetin zoraki kahramanı olarak tek başına kurtarıcı görevi görüyordu. Paul’e da aynı gömleği giydirmeye çalışan kehanetler ve bu kehanetlerin milyonlarca inananı var. Arap motiflerinden esinlenildiği de gözlerden kaçmayan ve gözümüze semavi dinlerin çıktığı coğrafyaya benzer bir çölde ‘mehdi’ imasını sokan bir hikâyenin özgünlüğü nasıl yakalayacağını esas ikinci filmde göreceğiz. Bilindiği gibi bu ilk film, birinci Dune romanının sadece yarısını anlatıyor. (Kitabın şu anki İthaki Yayınları baskısı 712 sayfa.)

Paul’ün, onu sıradan insanlardan ayıran bazı özel yetenekleri var. Bunları hem yakın dövüş, ilim ve fen bilgisi alanındaki eğitimine, hem de öz annesinin öğrettiği gizemli Bene-Gesserit öğretilerine borçlu. Bir de ‘mesih’ kehaneti var tabii. Çocuğun sırtına ergenlik çağında yüklenen tonla sorumluluk yetmezmiş gibi soylu Atreides hanedanının varisi olması da mevzunun başka bir yönü. Sürekli gizemli Chani hakkında rüyalar görüyor. Belki de gördüğü bu rüyalar ister istemez onu Dune’a sürüklüyor. Şimdilik fazlasıyla toy duran bu “Arabistanlı Atreides”in, Dune’un kızgın kumlarına adım atmasıyla başlayan büyüme hikâyesinin ilerleyen safhalarında nasıl bir yetişkin haline geleceğine tanık olacağız.

Eğer gelirse devam film(ler)inde Villeneuve ve senaristleri yeni bir şeyler deneyerek kitaba aşina olanları da şaşırtabilir. Chani karakteriyle ilgili bazı kararlar alındığını duyumsadım mesela. İlk film Villeneuve’ün kendi üslubuyla, kitabın tonuyla da uyumlu minimalist ve bir o kadar da epik bir konseptle hazırlanmış. Yunan mitolojisinden, Arap folklörüne; uzay operalarından, siyasi-paranoya gerilimlerine kadar farklı kulvarlardan farklı esinlenmeler bulabileceğiniz zihin açan ve kafa yapan bir bilimkurgu Dune. Herbert’ın altı kitap olarak serileştirdiği bu evren çoğu kişi tarafından bilimkurgu edebiyatı için “Yüzüklerin Efendisi” olarak görülür. Filmi de birinci bölümüyle tür içinde kendi ağırlığını koymuş diyebilirim. Geçmişte Jodorowksy’nin sürreal-asit kafasıyla stüdyo sistemine kafa tutarak çekmeyi planladığı, ancak projeden el çektirilip emanet verdiği David Lynch’in eline yüzüne bulaştırdığı bir yapım, sonunda şanına yaraşır görkemli ve modern bir uyarlamaya kavuşmuş. Pandemi ortasında ne kadar doğru bir tavsiye olur bilemiyorum ama mutlaka sinemada görülmeyi hak ediyor.

Paylaş

Önerilen Haberler

Bir yanıt yazın