Sweet… Glam rock’ın tatlı tanrıları
Sweet’le ilk tanışmam 1970’lerin başlarında, ablamla birlikte rock müziğin ikonlarını keşfettiğimiz Alman Pop dergisi sayesinde olmuştu. Ablam grubun hastasıydı ve o pahalı, ithal dergide bunların bir haberini, fotoğrafını ya da posterini görmesin, cüzi harçlığına rağmen ne yapıp edip parayı denkleştirir, koşa koşa o dergiyi satın alırdı. Almanca falan bildiğimiz yoktu. Fakat ne gam? Üst katta oturan “almancı aile”nin kızı bize geldiğinde, dergiyi eline tutuşturur, “Şurda ne yazıyor, burda ne yazıyor” diye ona tercüme ettirirdik. Zaten Sweet’in de en popüler olduğu ülke Almanya’ydı. Onun dışında rock müzik için tek Türkçe kaynak, yıllar geçtikçe yabancı müziğe daha az yer veren ve garip bir biçimde arabesk-popülist bir çizgiyi tercih eden dönemin meşhur Hey dergisiydi. Yıl 1974 olmalı. Evimiz televizyonla yeni tanışmış, kasetçalar sahibi olmamıza bir, pikap sahibi olmamıza ise üç sene vardı. Müzik kaynağımız sadece radyo ve bittabii TRT3’tü. Ha bir de zaman zaman yazlık sinemalarda on dakikalık aralarda bunların şarkıları çıkardı.
Benden iki yaş büyük ablamla birlikte Sweet’le başlayan rock müzik sevdamız, glam rock’ın diğer temsilcisi Slade, oradan David Coverdale’li Deep Purple, son zamanlarına yaklaşmış Led Zeppelin, Animals albümünü yeni çıkarmış Pink Floyd’la sürmüş, King Crimson, Emerson Lake and Palmer’la devam etmişti. Hangi grupta, kim, hangi enstrümanı çalıyor ezbere bilirdik. Öyle aman aman zengin de değildik. Babamız ücretli çalışırdı, orta sınıfa mensuptuk. Hatta ilk gençliğimiz 12 Eylül öncesinin en hararetli dönemine denk geldiği için sola da bulaşmıştık. Gittiğimiz liselerde o dönemdeki devrimci arkadaşlarımız arasında bu yabancı rock müzik merakımız oldukça garip karşılanırdı. Fakat pek kafaya takmazdık. Cem Karaca’yla, Edip Akbayram’la hatta o zamanların muhalif ismi (!) Orhan Gencebay’la orta yolu bulmaya çalışırdık. Maoculuk ve Glam Rock! İlginç değil mi? Fakat şimdi mevzu kişisel tarihler değil, mevzu The Sweet!
İlk yıllar ve bubblegum
The Sweet 1968’de İngiltere’de İskoçya doğumlu vokalist Brian Connoly ve davulcu Mick Tucker tarafından kuruldu. Sonra aralarına basçı Steve Priest’i aldılar. İlk gitarcıları Frank Torpey’di. Grubun tarzı 60’larda adada yaygınlaşmış bubblegumdenilen, rock formlarında ama daha çok ergenlere hitap eden, akılda kalıcı ve basit melodilere dayanan eğlendirici bir türdü. Fakat tüm bunlara rağmen esin kaynakları arasında o yıllarda adada müzik yapan bir çok grubu etkilemiş mod akımının baş tacı The Who’nun müziği vardı. Frank Torpey ve ardından gelen Mick Stewart’ın topluluktan ayrılması ve Galler doğumlu Andy Scott’un katılmasıyla grubun şansı da döndü. Hem efsanevi kadrosu oluşmuştu, hem de İngiltere’nin önde gelen besteci-söz yazarlarından olan Nick Chinn ve Mick Chapman’ın kanatları altına girip RCA ile bir sözleşme imzalamışlardı.
1971 yılına gelindiğinde piyasada epey tecrübe kazanmış olsalar da, Coco, All You’ll Ever Get from Me gibi fazla popüler olmayan singlelarla tutunmaya çalıştılar. Plak listelerine girebiliyorlardı ama satış rakamları pek iç açıcı değildi. Hele hele uzun yıllar adını bile hatırlamak istemedikleri o ilk albümleri. 1972’de ise şansları bir anda değişti. Poppa Joe, Wig Bam Bam ve Little Willy hem Billboard listelerinde ilk sıraya yükseldi, hem de grup Amerika’da plak listelerinde üstlere tırmandı.
Are you ready Steve?
Bu başarıları 1973’de onları Hell Raiser ve Ballroom Blitz ile zirveye taşıdı. Çünkü eski eğlencelik tür yerine artık daha sert tonlu bir müzik icra ediyor, yavaş yavaş hard rock’a göz kırpıyorlardı. Zaten aynı yıllarda Gary Glitter, Marc Bolan (T-Rex), Slade gibi müzik yapanlar ve elbette 1975’lerde Queen, tarzın manifestosunu yavaş yavaş yazıyordu. Sweet de bu yoldan gitti ve dünyaca ünlü oldu. Ballroom Blitz klibinde daracık deri kıyafetleri, dudaklarında rujları, gözlerine sürdükleri rimeller ve farlarla glam rock’un görsel imajına katkıda bulunuyorlardı. Fakat asıl önemli olan yaptıkları müzikte doğru noktaya ulaşmış olmalarıydı. Scott’un fazla iddialı olmayan ama temiz tonlu gitarı, Tucker’ın sağlam davulculuğu, basçı Priest’in cırlak oğlan çocuğu sesiyle glam’ın ruhuna uygun geri vokalleri, sonradan Smokie’nin de kullanacağı mikrofon efektleri, bazı şarkılardaki synthesizer katkısı ve solist Brian’ın gerçekten benzersiz vokali. Are you ready Steve? (uh-huh) Andy? (oh yeah) Mick? (okey) allright fellas lets go!……….
Zirve
1974’de çıkan Sweet Fanny Adams ve Desolation Boulevard albümleri daha sert soundlarıyla grubun süksesini hem Avrupa’da hem de yeni dünyada epey artırdı. The Six Teens ve Turn it Down grubun dünyaca ünlü hitleri oldu. Fakat şöhret yanında terslikleri de getirmişti. Solist Brian Connoly hastaneye yatmak zorunda kalacaktı ve bu yüzden yıl içindeki tüm konserleri iptal edilmişti. Müzik otoritelerine göre Connoly’nin taburcu olduktan sonra ses aralığı asla eskisi gibi olmadı. Dedikodulara göre müzisyen karıştığı bir sokak kavgasında bıçakla boğazından derin bir yara almış ve ses telleri hasar görmüştü. Başka bir dedikoduya göre Charlton futbol takımı için düzenlenen bir gecede çıkan bir kavga sonucu, yüzüne ve boğazına sayısız tekme almıştı. Şüphesiz bu kavganın doğruluğu ya da ne şekilde hasar bıraktığı kanıtlanamamıştır. Tıpkı aynı yıllarda Led Zeppelin’in frontmani Robert Plant’ın da buna benzer bir kavgada boğazından yaralanıp sesinin artık eskisi gibi olmadığı hikayesine benzer bu öykü. Fakat yıl içinde çıkan iki albümden biri olan Desolation Boulevard’ın stüdyo kayıtlarında üç şarkıyı Brian yerine basçı Steve ve gitarist Andy’nin söylediği de aşikardır. Kimbilir belki de Brian’ın sesindeki yıpranma ileride hayatına mal olacak alkol düşkünlüğünden ötürüydü.
1975’de kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan ve kendi bestelerine dönen Sweet, Chinn-Chapman ikilisinden ayrıldı. Bu dönemde çıkardıkları Fox on the Run 45’liği bir çok Avrupa ülkesinde satış rakamlarında üst sıralara tırmandı. Yine aynı yıl Action ile son kez parlak dönemini selamladı. 1976’da The Lies in Your Eyes 45’liği ile son bir deneme yapıp eski numaralarıyla bir daha popüler olduktan sonra tarzlarını daha sert bir sounda kaydırdılar. 1977’de çıkan Off The Record bir anlamda sound olarak metal bile sayılabilirdi. Lost Angels ve Fever of Love adlı hitlerin bulunduğu albüm punk fırtınasının etkisinde belli bir ticari başarı getirse bile artık piyasa için özgün bir şeyler vaad etmiyordu ve kesinlikle yeterli değildi. Grup 1977’yi konser vermeden geçirir!
Grubun sonun getirecek etmenler kararsızlıkları, sık sık tarz değiştirmeleri ve biraz da şanssızlıklarıydı. Örneğin, topluluk daha hard’n heavy bir soundu benimsediği yıl Elvis Presley ölmüş, ortalığı bir yığın taklidi kaplamış, müzik piyasasını iki-üç yıl rock’n roll ve 50’li yıllar nostaljisi sarmıştı. Boy banddan biraz hallice ve Sweet’in bubblegum dönemine rahmet okutan Bay City Rollers adlı bir grup ortalığın tozunu attırıyordu. David Bowie gibi büyük isimler çoktan glamı terk edip kendi tarzlarını yaratmış, soft rock yapan ve önceki kuşaktan sayılan Bee Gees gibi köklü bir grup bile 1977’lerde disco dünyasına yelken açıp ilk dönemlerinden çok daha fazla tüm dünyada popüler oluyordu.
İşte bu ahval ve şerait içinde Sweet 1978’de bir kez daha tarz değişikliği yaptı ve Level Headed adlı albümü çıkardı. O yıllarda Electric Light Orchestra’nın yaptığı gibi yer yer senfonik yer yer de Moody Blues yumuşaklığında karma bir türde karar kılmışlardı. Fakat türleri biraz garipti. Soft rock desen değil, AOR desen hiç değil. Ayrıca toplulukta birçok şey de değişmişti. Albümün hiti Love Is Like Oxygen’in televizyon çekimlerinde bu açıkça görülüyordu. Efsane dörtlü sahnedeydi ama video klipte kameralar artık Brian Connoly’nin değil grubun yeni frontmani Andy Scott’un üstündeydi. Kameralar şarkının chorus kısımlarında bile sakal bırakmış ve elindeki çift kollu gitarla karizmatik bir şekilde şarkıya eşlik eden Andy’yi gösteriyordu. Brian ise elindeki akustik gitarla bir köşede ritm tutuyordu. Enteresan bir şekilde grubun lead vokaline ayrı mikrofon verilmemişti. Brian, geri vokal yapan basçı Steve’le ortak kullanıyordu mikrofonu. Fakat asıl ilginç nokta çekimlerde sırtının sürekli Andy’e dönük olması ve asla yüzünü ona çevirmemesiydi…
Zaten albümün diğer hit parçası Fountain ve Dream On’u Andy Scott, Californian Nights’ı da Steve Priest söylüyordu. Bir dönem yavaş yavaş kapanmak üzereydi.
Çöküş
1979’da artık Brian Connolly’nin alkol problemi baş edilemez hale gelmişti. Nihayet başarısız geçen ve ekipteki herkesin grubun vokalistinin sarhoşluğuyla baş etmeye çalışıp ondan yaka silktiği bir Amerika turnesi ve ardından girdikleri stüdyodaki berbat performansı sonucu şubat ayında Connolly topluluktan atıldı. Geri kalan üç eleman son bir gayretle yeni bir albüm ve Call Me adlı bir single çıkardı. Aynı yıl grubun davulcusu Mick Tucker’ın eşi Pauline’nin kendi evlerinin banyosunda boğulması ve basçı Steve Priest’in 1981’de evlenip Amerika’ya yerleşmesi grubun sonunu getirdi.
Andy Scott’s Sweet
Topluluk dağılmıştı ama 1985’de gitarist Andy Scott kendi çabasıyla orijinal kadrodan Mick Tucker ile birlikte yanlarına klavyeci, basçı ve bir de vokalist alarak Sweet’i devam ettirmek istedi. 1991 yılında kansere yakalanan Tucker gruptan ayrıldı. 2002 yılında Tucker’ın ölmesinden sonra Andy grubun adını kısaltıp Sweet haline getirdi. 2010 yılında prostat kanserine yakalanan Scott tedavisinin ardından tekrar gruba döndü. Grup 2014 yılında hala aktiftir.
Steve Priest’s Sweet
2008 yılında basçı Steve Priest te Los Angeles’ta kendi Sweet’ini kurdu. Grubuyla çeşitli festivallere katıldı, albümler yaptı. 2014 yılında grup halen aktiftir.
Brian Connolly’s Sweet
1984 yılında uzun bir tedavinin ardından sağlığına kavuşan Brian Connolly kendi Sweet’ini New Sweet adıyla kurdu. Daha sonraki yıllarda da Sweet adının kullanım hakları yüzünden Andy Scott’la defalarca mahkeme yoluyla savaştı. Orijinal grubun hard rock dönemine benzer bir sound tutturdu ve diğer iki Sweet’e göre Avrupa’da ve Amerika’da daha fazla başarı elde etti. Fakat zor bir çocukluk geçirmiş ve yetim kalmış Brian alkolizmin pençesindeydi. Sık sık yinelenen sağlık sorunları yüzünden müzik hayatı sürekli sekteye uğruyordu. Bir dedikoduya göre 80’li yıllarda bir gece peş peşe bir çok kez kalp krizi geçirdiği halde hayatta kalmayı başarmıştı.
Gerçekleşmeyen Reunion
1988 yılında Mick Chapman bir reunion için dört elemanı ikna ettiğinde grubun tekrar birleşeceği yönünde haberler duyuldu, ama bu asla gerçekleşmedi. Rivayete göre Chapman’ın ve prodüktörlerin yalvarışıyla bir araya gelen Scott, Tucker ve Priest üçlüsü havaalanında Connolly’nin uçaktan inmesini bekleyip tüm yolcular indiği halde onun gözükmediğini görünce, alanı terk etmeye hazırlanırlar. Tam alanı terk edeceklerken yanlarına topallayarak yaklaşan yaşlı bir adam fark ederler. Gelen kişi o dönemde yine bir sağlık sorunu yaşadığı için adeta canlı bir cenazeye dönmüş Brian Connoly’dir. Stüdyoya girerler, kayıt için provalar yaparlar. Ama artık imkansız ve her şey için çok geçtir. Zaten prodüktörler de çoktan bu fikirden vaz geçmiştir. Reunion gerçekleşmez.
Brian Connolly’nin hazin öyküsü
1990’larda eski ailesini bulmak için çabalayan Connolly, 1995 yılında bir oğul sahibi olduğu Jean’ın yardımıyla onların izini Kanada’da bulur. Annesi 1989’da ölmüştür ama bir erkek, bir de kız kardeşi mevcuttur. Brian’ın bu dokunaklı hikayesi 90’larda basının da ilgisini çeker ve gazetelerde, televizyonlarda geniş yer bulur. Fakat asıl ses getiren olay İskoçya’da bir zamanların ünlü polisiye televizyon dizisi Taggart’ın baş rolünde oynayan ve 1994’da ölen aktör Mark Mcmanus’un Brian’ın baba bir üvey abisi olduğu yolundaki dedikodulardır. Brian iki yaşındayken menenjit geçirdiği bir sırada, evlilik dışı bir ilişkiyle onu dünyaya getirmiş annesi tarafından Glasgow’da bir hastanede neredeyse ölüme terk edilmişti. Brian’ı alıp büyüten ailenin soyadı Mcmanus’tu. Şarkıcı Connolly soyadını kullanmaya başlayacağı zamana kadar bu soyadını taşımıştı. Bazılarına göre ise bunda gizemli bir nokta yoktu. Aktör Marc Mcmanus, Brian’ın üvey kardeşi değil sadece üvey kuzeniydi, beraber büyümüşlerdi ve nüfus kayıtlarında Brian’ı evlat edinen Jim Mcmanus’un aktör Mark Mcmanus’un amcası olduğu zaten açıkça yazıyordu. Fakat Mark ile Brian’ın fizyonomilerinin de çok benzer olduğu aşikardı. Gözleri, dudakları, saç rengi yakın bir akrabalığı işaret ediyor gibiydi. Brian’ın kendisi de son yıllarında verdiği bir röportajda, hastaneden yetimler yurduna gönderilecekken onca aile arasından onu alıp evlat edinen ailenin Mcmanus’lar olması ve üstüne üstlük Mark ile esrarengiz benzerliği yüzünden Mark’ın babasının, yani üvey amcasının fizyolojik babası olduğuna bütün kalbiyle inandığını söylüyordu.
Brian Connoly 17 Şubat 1997’de 51 yaşında öldüğünde, geride iki kız, bir oğul ve The Sweet’le beraber dünya çapında 50 milyon adet satan şarkılar bıraktı.