“Turning to Crime”: Akranlara Saygılar, Bizlere Sevgiler
Birçok insan, şimdiye ya da geleceğe dair belirsizliklerin içinde birbirinden farklı ve çelişkili beklentilere sahip olabilir. Geçmişe yönelen insan belleği, çoğunlukla manipülatif ve kusurlu şekilde çalışsa dahi yine de geleceğe nazaran daha az bulanık bir hikâyeyle karşılaşır. Zaten adı üstünde, yaşanmışlık. Tabii geçmişe yönelik algılarımızın bazı şeyleri sansürlediği de bir gerçek. Örneğin, 70’leri görememiş, 90’larda bebeklikten fazlasını yaşayamamış bir kuşak olarak olarak biz, söz konusu dönemlerdeki albümleri ve filmleri görünce, derinden derinden hayıflanmalar yaşayabiliyoruz. Nispeten daha büyük olanların, bu kuşağa anlattığı siyasi ve sosyal sorunlar ise kültürel belleğimizde yer etmiş güzelliklerle eş zamanlı olarak da karanlık dönemlerin yaşandığını bizlere gösteriyor. Zaten az çok kafa yoran hiç kimsenin de herhangi bir çağı sütliman olarak hayal etmeyeceğini varsayıyorum. Sadece o dönemleri anlamaya çalışırken referans aldığımız şarkılar, bizim zihnimizde iyi ya da kötü bir resim çiziyor mu? Esas mesele bu.
Kaldı ki içinde bulunduğumuz dönem ile kıyaslanınca, geçmişteki bazı dönemlerin bütün kusurlarına rağmen fazlasıyla özlenesi olduğunu da ifade etmek mümkün. Zaten aksini düşünmek ne kadar kolay ki? Fakat geçmişten gelen bazı şarkılar, dönemin ruhunu yansıtmak adına rüştünü ispatlayıp da bizim önümüze düştüler. Bugün yazılanlar, çizilenler ve söylenenler de yok değil elbet ama bundan 40 sene sonra hangilerini anıp anmayacağımız net değil. Bu yüzden geçmişin sularında yüzüp genel kabul görmüş değerleri sahiplenmenin, şimdiki zamanı anlayıp sahiplenmekten bile daha kolay olduğuna inanıyorum. Müzik, özellikle de bizim geriye dönüp inceleyebildiğimiz yakın geçmişte, her on yıllık periyotlarda farklı akımlarıyla ön plana çıkmış bir olgu. 20. yüzyılın erken dönemlerinden günümüze kadar caz, blues, rock and roll, klasik rock, hard rock, heavy metal, thrash metal, glam metal, grunge, alternatif rock vs. uzayıp giderken günümüzde her şeyin küreselleşip çeşitlendiği, dijital ortamda ulaşılabilir hale geldiği vaziyette hangi akımın ön plana çıktığı bile meçhul. Evet, bazı müzik türleri ön plana çıkıyor ama milyonlarca şarkıya tek bir uygulama üzerinden erişme imkanına sahip olduğumuz günümüzün hakkı yenilemez nimetlerinden birisi, isteyenlerin popüler kanallardan kaçıp farklı sularda yüzebilmesi olsa gerek.
Durumlar böyle olunca ben, bu belirsizliğin içinde geçmişe dönüp eski alemlerden kaliteli parçaları günümüze taşıyan müzik işlerine karşı sevgi ve heyecan duyuyorum. Zorlama bir edebi tavırla kurulmuş bu cümleyi, tek kelimeyle “cover” diye ifade etmek mümkündür sanırım. Ancak Deep Purple, hani şu bizim iki senedir enflasyon nedeniyle bilet fiyatlarıyla yarışmak durumunda kaldığımız Deep Purple, hani şu şarkıları belki de milyonlarca kez cover olarak icra edilmiş Deep Purple öyle bir tempoya sahip ki şaşırmamak elde değil. Türkiye’ye 2016 yılında geleceklerini duyduğumuzda bile şaşırdığımız ama 2022’de tekrar Türkiye’de çalacaklarını bildiğimiz Deep Purple, 2021’in sonlarında taş gibi bir cover albümü yayınladı.
Yalan yok, pandemi ile birlikte durağanlaşan müzik dünyasında Deep Purple ya da akranları sayılabilecek herhangi bir gruptan, yeni bir hareket beklemek pek de kolay değildi ama yine de Deep Purple nezdinde o kuşaktan çok sayıda sanatçı ya da grubun, konser kaydı dahi olsa dinleyicilerle bir şeyler paylaşmaları değerliydi. Yeni albüm ya da single yapmadığı için bu grupların çoğu, dinleyicilerin çoğu tarafından eleştirilir ama benim anlayışımda, bunların her şeye rağmen neden değerli olduğunu buraya kadar uzun uzun anlattım. Deep Purple’ın cover albümü yayınladığını; geçtiğimiz hafta farklı bir konu için iletişime geçtiğim, Socrates Dergi ve Toprak Saha’dan tanıdığımız İlhan Özgen’den öğrendim. Zaten İlhan Baba sağ olsun, The Rolling Stones’tan Orhan Gencebay’a kadar çok geniş bir skalada sunduğu öneriler ile beni epey bir ihya etti. Orhan Gencebay konusunda sapla samanı ayırdığımızı hatırlatmakta da yarar var.
Deep Purple’ın 54 yıllık bir grup olduğunu göz önünde bulundurunca, ister istemez “Ya bu abiler kimlerin şarkılarını çaldılar acaba?” sorusu ister istemez zihinlerde parıldıyor. Bu yüzden öncelikle albümün şarkı listesini dizmekte yarar var diye düşünüyorum.
- “7 and 7 Is” (Love)
- “Rockin’ Pneumonia and the Boogie Woogie Flu” (Huey “Piano” Smith)
- “Oh Well” (Fleetwood Mac)
- “Jenny Take A Ride!” (Mitch Ryder & The Detroit Wheels)
- “Watching the River Flow” (Bob Dylan)
- “Let the Good Times Roll” (Ray Charles & Quincy Jones)
- “Dixie Chicken” (Little Feat)
- “Shapes of Things” (Yardbirds)
- “The Battle of New Orleans” (Lonnie Donegan/Johnny Horton)
- “Lucifer” (Bob Seger System)
- “White Room” (Cream)
- “Caught in the Act” (Medley: “Going Down” /”Green Onions” / “Hot ‘Lanta” /”Dazed and Confused” / “Gimme Some Lovin’”)
Özel olarak üzerine değineceğim şarkılara gelince, öyle zannediyorum ki en meşhur parça “White Room” olmasına rağmen ben albümdeki sıralamaya göre gideceğim. İsminin uzunluğuyla “Gel Gönlümü Yerden Yere Vurma Güzel Ne Olursun” gibi nadide Türk Sanat Müziği eserlerimizden asla geri kalmayan “Rockin’ Pneumonia and the Boogie Woogie Flu”, 1957-58 yıllarında Amerika’da etkisini gösteren yürüyen pnömöni (zatürre) ve Asya gribi hastalıklarına atıfta bulunuyormuş. Ben de Deep Purple sayesinde keşfettim. Bakalım koronavirüsten de 65 yıl sonrasına bir şeyler kalacak mı? Bir önemli detay olarak belirtmek gerekir ki Huey “Piano” Smith tarafından bestelenen parçanın Deep Purple tarafından icra edilen kaydında, iki üç saniyeye sıkıştırılmış “Smoke on the Water” esintisi bir hayli hoş. Ayrıca, neredeyse 65 yıllık geçmişi olan parçanın günümüz teknolojisinde ve Deep Purple’ca nispeten sert bir şekilde icra edilmesi, tam anlamıyla harika olmuş. Deep Purple’ın bu albümdeki yüksek enerjisi, muhtemelen hayranlarını heyecanlandırıyor ama tabii ki günümüzde grubu canlı dinleme fırsatına erişenlerin nasıl hissettiği daha önemli. Enflasyondan daha hızlı koşabilen varsa birkaç ay sonraki İstanbul konserini tekrar hatırlatmakta yarar var.
“Oh Well” ve “Jenny Take A Ride!” şarkılarının icralarında ise özellikle solo kısmına özel bir parantez açılması gerekiyor ama bunu yazarak anlatmak zor değil, doğrudan ilgili şarkıya dikkat kesilmekte yarar var. Gerçi Deep Purple, tuşluların motiflerine ağırlık veren bir grup olarak melodik zenginliği şarkıların her yerine nakış nakış işliyor ama yine de bahsettiğim parçaların soloları, epey etkileyici. Albümdeki her şarkı çok değerli ama yine 1950’lerin sonlarından bir şarkı, piyano motifleriyle ön plana çıkıyor. Ray Charles & Quincy Jones imzalı şarkı “Let the Good Times Roll”, benim için albümdeki en sağlam üç parçadan biri.
Albümün sonlarına doğru ilerlerken, muhtemelen hepimizin tamamen aşina olduğu bir Cream şarkısı, “White Room” ile karşılaşıyoruz. Şarkının orijinali zaten ortada ve çok popüler bir örnek olduğu için dinlemeden evvel de doğal olarak bir beklenti oluşuyor. Ray Charles ya da Huey “Piano” Smith ile kıyaslandığında Cream, Deep Purple’a çok daha yakın bir tarza sahip. Sanırım bundan kaynaklı olarak bu cover bize çok da fazla yenilik vadetmiyor. Tabii ki yeni nesil stüdyo imkanlarıyla ve Deep Purple’ın dokunuşlarıyla bir cover dinlemek bizim için yine de keyifli. Klasik rock müziğinin efsane olduğu dönemlerden aşina olduğumuz klavye motifleri, şarkıyı süsleyen detaylardan biri olarak dikkat çekiyor.
Albümün kapanışı, “Caught in the Act” isimli bir medley ile gerçekleşiyor. Burada beş farklı parçadan oluşan güçlü bir final ile karşılaştığımızı söylemek mümkün. Muhtemelen pek çoğumuzun bu medley özelinde dikkatini çeken parça, Led Zeppelin efsanesinin “Dazed and Confused” şarkısı. Basit olduğu kadar ağır ve mistik bir melodi ile hafızalara çivilenen şarkının, kısacık da olsa bu albümde yer alması değerli bir detay. Şahsi bir detay da ekleyecek olursam Led Zeppelin ve Deep Purple, benim aynı zamanlarda keşfedip aynı zamanlarda dinlediğim ve çok sevdiğim iki büyük grup olduğu için “Dazed and Confused” detayına ayrı bir yükseldim.
Son olarak, albüm kapaklarına asla kayıtsız kalamayan biri olarak fiziki baskısını edinememiş olsam da internette gördüğüm görselleri çok beğendiğimi belirtmek isterim. Zaten bu şahane görseller, yazı boyunca sizlere de eşlik etti. Takip edebildiğim bazı mecralarda ufak tartışmalara da yol açan bu cover albümünü, ben şahsen bunlardan bağımsız bir şekilde grubun hayranı olan bir dinleyicinin algısıyla düşünerek ele almaya çalıştım. DeliKasap’taki Moğollar, Pentagram, Pentagram, Moğollar döngümü kıran bu yazıda, biraz farklı bir kurguyla ilerlemeye çalıştığım için bazı noktalarda “Nasıl anlatsam, nereden başlasam, nereye bağlasam?” gibi duyguları hissettiğimi belirterek sürç-i lisan ihtimallerine karşı peşin af dileklerimi sunarım. Teşekkürler, sevgiler ve saygılar…