Jethro Tull, İstanbul’a Gelmeden Hasreti Bitirdi: “The Zealot Gene”
Pandemi sürecinde konserlerin azalması, bazı güzide gruplarımıza yaramış olacak ki yine köklü bir grup olan Jethro Tull, 2003’teki “The Jethro Tull Christmas Album” adındaki çalışmayı saymazsak 23 yıl aradan sonra yeni bir albümle karşımıza çıktı. Bu yazıyı yazan İstanbullu bir yurttaşınız olarak ben, albümü özel bir heyecanla bekledim çünkü ayıptır söylemesi 17 Haziran’da, bir aksilik olmazsa, Jethro Tull konserinde olacağım. O yüzden, her ne kadar kült şarkılarından bıkmak pek de mümkün olmasa bile, önümüzdeki birkaç ay boyunca yepyeni Jethro Tull şarkıları ile moda girebileceğim için keyifliyim. Şimdi albüme değinelim.
Bir konuda peşinen açık olmakta fayda var. Müzik gibi üretkenlik ve enerji gerektiren bir alanı değerlendirmek, tarihi bir olayı değerlendirmek gibi. İçinde bulunulan şartlardan ve faktörlerden soyutlanarak eleştiri yapmak, sağlıklı değil. Dolayısıyla, Jethro Tull’un yeni bir albümle geleceğini duyduğumda da artık 2022 yılında olduğumuza göre 1970’lerdeki efsane albümleri gibi bir albüm gelmeyeceğine kendimi alıştırmaya başlamıştım. Yani, The Zealot Gene; asla bir Thick as a Brick ya da Aqualung olamayacaktı. Böyle durumlarda bütün tepkilerimizi beklentilerimiz ve değer yargılarımız belirliyor. Bu yüzden zamanında tüm dünyayı kendisine hayran bırakmış bir müzik grubu, yıllar sonra yeni bir albümle geleceği vakit heyecanlanırız, duygulanmaya başlarız ama hayal kırıklığı da bir ihtimaldir. Bu yüzden bu albümü eskiler ile kıyaslamadan günümüzün ruh haliyle değerlendirmeye çalışacağım. Çünkü hem grup çok uzun süredir albüm çıkarmıyor hem de onların adeta seri üretimde olduğu yıllar ile şimdiki zamanın ruhu başka. En önemlisi de bu cümleye kadar yazdığım her kelimeyi, albümü dinlemeye başlamadan evvel yazdım ki albüme vereceğim tepkilerden etkilenmeden samimi bir şekilde hangi beklentilerle dinleyeceğimi açıklamış olayım.
Albüm yayınlanmadan önce toplamda üç adet parça, tekli olarak yayınlanmıştı. Bunlar; Sad City Sisters, Shoshana Sleeping ve The Zealot Gene parçalarıydı ve ben, yalnızca en son yayınlanan The Zealot Gene hariç diğer şarkıları dinlememiştim. Bu yüzden The Zealot Gene’nin nispeten tekdüze ve standart tarzına aldanıp albüme dair beklentilerimi de buna göre ayarlamıştım. Jehtro Tull söz konusu olunca ortaya çıkan en karakteristik detay, birçoğumuza göre Ian Anderson’un flütünün şarkılara kattığı zenginliktir. Bu şarkıda da sadece, sınırlı etkiye sahip olsa da, bu vardı. The Zealot Gene, ilk dinlediğimde beğendiğimi zannettiğim ama zaman geçtikte tekdüze bulmaya başladığım bir şarkıydı. Bu durum da açıkçası albümle ilgili değerlendirmemi, geçmişle kıyaslamaktan bağımsız olarak da önyargılı olarak gerçekleştirmeme neden olmuş olabilir. Ancak, albümün tamamı yayınlanınca ve şarkılar üzerinde birkaç tur atınca, albüm olan The Zealot Gene ile kara bulutlar kalktı aramızdan.
Daha önce tekli olarak yayınlanan diğer iki parçayı, üşengeçlik edip de dinlememiş olmamın pişmanlığını albümü dinler dinlemez yaşadım. Zira hem Shoshana Sleeping hem de Sad City Sisters, birbirinden farklı detaylarıyla çok eğlenceli ve tatlı parçalar. Shoshana Sleeping, klasik rock tarzına daha yakın bir parça olmakla beraber eğlenceli flüt ve klavye motiflerinin yanı sıra vokalleri ile de tabiri caizse albümün “tatlı” şarkılarından biri. Ian Anderson ve John O’Hara abilerimiz, bu şarkıda benim açımdan başrolü paylaşıyorlar. Sad City Sisters ile daha naif tınılara sahip bir şarkı olması ile birlikte albümün en renkli parçalarından biri. Birden çok farklı kültüre çağrışım yaptığı kesin ama şarkıdaki güçlü akordeon melodileri, İrlanda’nın geleneksel tınılarını çağrıştırıyor. John O’Hara, yine işin içinde yani.
Albümün künyesini incelediğimizde John O’Hara ve Ian Anderson’un payının büyüklüğü çok net anlaşılıyor. Bir müzik grubunda isimleri tekil olarak ön plana çıkarmak ne kadar olumlu bir yaklaşım bilmiyorum ama özellikle Ian Anderson, çok sayıda enstürmanı icra eden kişi olmakla birlikte zaten Jethro Tull’un tarihinde de her zaman varlığını sürdürmüş tek kişi olarak grubun ismiyle tek başına özdeşleşmiş bir figüre dönüştüğü için bütün bu detaylar da şaşırtıcı değil.
Albümde soloları övülesi şarkılara ayrı bir paragrafta değinmekte yarar var. Birincisi, albümün giriş şarkısı Mrs Tibbets’in solosu ki şarkı aslında The Zealot Gene gibi çok standart bir trafiğe sahipmiş gibi hissettirse de solonun girdiği yerde işler çok fena değişiyor. Flütün coşup coşup da solonun en civcivli yerini gitara devrettiği saniyelerde gerçekten büyük keyif aldım. Kısacası şarkıyı büyük oranda zenginleştiren detay, solosu olmuş. Albümün benim açımdan solosu ile ön plana çıkan bir diğer şarkı da “Barren Beth, Wild Desert John” isimli şarkı. Şarkının kısa ama vurucu bir solosu var. Tabii ki klasik rock müzikte flüt gibi bir enstrümana, Jethro Tull albümleri haricinde pek de aşina olmadığımız için sololarda flüt ve elektrogitarın paslaşmaları doğal olarak hoşumuza gidebiliyor.
Lafı çok da uzatmadan albümün, bence sadece şahsi fikrim olarak kalmayacak olan detayına değinelim. The Zealot Gene’de bir şarkı var ki gerçekten şahane. Tam bir sanat eseri. Başlangıcından sonuna kadar, her detayıyla adeta bir müzikal duygusu yaşatan “Mine Is the Mountain” tam anlamıyla bir zaman tüneli gibi. Hem klasik müzik tınılarını hem de operayı anımsatan detayları ile albümün benim için açık ara en güzel şarkısı olan Mine Is the Mountain, bundan sonraki hayatımda favori şarkılarım arasında yerini alacak. Jethro Tull’un bütün albümlerine hakim olan sıkı bir fanı değilim ama bu şarkı, benim için muhtemelen en sevdiğim Jethro Tull şarkıları arasına da dahil olacaktır. Folk rock, art rock, progresif… adeta ne ararsanız var. Hem çok zengin hem de çok mistik bir parça. Ne kadar översem öveyim yetmeyecek; o yüzden burada noktalıyorum.
Sonuç olarak, geçen haftalarda Deep Purple için yazdıklarım gibi Jethro Tull’un da 2020’li yıllarda üretmeye devam etmesi ve “prime” dönemi kadar olmasa da bizlere standart bir kalite sunması çok değerli. Başı sonu belli olan ve ortasında doğaçlamalarla zenginleşen caz şarkılarındaki gibi ben de burada ilk paragrafa geri döneyim. Yazıyı tamamlarken, 17 Haziran’daki konsere biletimin olduğunu hatırlayıp tekrar mutlu oldum. Nasıl bir setlist ile karşımıza çıkacaklarını bilmiyorum ama yeni albümden özellikle Mine Is the Mountain ve Shoshana Sleeping şarkıları çalınırsa benim için bu konser daha anlamlı olur. Dünyanın şu pandemi ile bile ne kadar sarsıldığını hesap ettiğimizde 55 yılı devirmiş olan bir efsane ile halen etkileşim içinde olabilmemiz çok kıymetli. En azından ben böyle inanıyorum. Dünya, bizim bütün efsanevi müzisyenler ile bağ kurabilmemiz için çok büyük bir yer; hayat ise bunlara yetişebilmemiz için, en uzun haliyle bile çok kısa. Bu yüzden, böyle günlerde kıymet bilincim çok yüksek noktalara erişebiliyor. Her şeye yetişemeyeceğimiz için de tercihlerimizin bizi özgün insanlar haline getirdiğini hatırlayıp teselli buluyorum. Bütün bu döngünün içinde aynı müziklerden keyif alabildiğimiz insanlar ile güzel albümler ve konserler ekseninde buluşabilmek dileğiyle, saygılar…
ROCK MÜZİĞİN BÜYÜK ÜSTADI IAN ANDERSON İLE ÖZEL RÖPORTAJIMIZ DELİKASAP SAYI 1’DE: