Ekonomik Patlamadan Joker’in 2000’lerine
[vc_row][vc_column][vc_column_text css_animation=”” el_id=”” el_class=”” css=””]Ekonomik Patlama ve ‘90’lar
“İleride tarihçiler bu dönemi nasıl adlandırır bilemiyoruz; ancak ekonomik verilerden biliyoruz ki, 80’ler sadece Amerika’da değil, bütün dünyada ekonominin genişlediği dönemdi.” (Martin Anderson, “The Reagan Boom”, The Times, 1990)
Dünya 90’lı yıllara müthiş bir hızla girdi. “Economic Boom” yanında (belirli bir kesim için) konformizmi getirirken, “80’li yılların ortasında Atlantik’in her iki yakasında başlayan postmodern konjonktür ile, yeni bir kültürel enternasyonalizmden bahsediliyordu. Bu “sözüm ona” konformizmin yarattığı alan sayesinde de, tıpkı kendi öncüsü olan modernizm gibi, postmodernizmin etki alanları da sanat ve edebiyatın alanlarıyla sınırlı kalmadı.” (Veysel Atayman, Postmodern Kurtarıcılar, 2007) Modadan, müziğe, psikiyatriden, insan ilişkilerine/davranışlarına kadar her alan hızlı bir değişim gösteriyordu.
Bir tarafta “Economic Boom” yaşanırken, öteki tarafta da ekonomik büyümeyi sağlayan işçi emeğinin; orta ve alt sınıfın ise sömürüsü hızlanmıştı. Çok uluslu şirket sahiplerinin kârını arttırabilmek için işçiliğin ucuz olduğu ülkelerle anlaşmaları, yeni teknolojiler… alt/orta sınıfın hayatta kalabilme şartlarını giderek zorlaştırırken, şirketler ve insanlar arası rekabet oldukça vahşi ve hızlı bir şekilde artmaya başladı. Kaba tabiriyle, zengin ve fakir arasındaki uçurum giderek artmaya başladı.
Bu tırmanışın sonucu olan patlamalar ‘90’larda kendini Seattle’daki G8 protestolarıyla gösterdi. Yarına dair her anlamda (ekonomik, çevresel, sağlıksal…) endişeleri artan ve yaşam koşulları giderek zorlaşan (özellikle gençler) sokakları birbirine kattı. 1999’da Seattle başlayan G8 protestoları, 2003’te İtalya’daki toplantı sırasında yapılan protestolarda Carlo Giuliani’nin panzer tarafından ezilerek öldürülmesine kadar devam etti. (2004’teki toplantıdan önce, tepkilerden korkan G8 üyeleri, toplantının yerini gizli bile tutmaya çalıştı daha sonrasında.) Carlo öldürülmeden iki ay önce Amerika Irak’a girdi ve dünyanın seyri tamamen değişti; giderek daha vahşi bir gerçeklik çıktı önümüze.
Ve Sinema
‘90’larda bütün bunlar olurken ve insanlık “gelişmenin” altında ezilirken, çaresizleşirken Amerikan sinema sektörü, kas-adam kurtarıcıları sinemada var edebilmek için inatla savaşıyordu. Hatta yeri geldiğinde, teknolojik gelişmeleri de bir mitos haline çevirebilmek için “eninde sonunda insanî duygularla iyi biri olarak hareket eden” akıllı makineleri bile (Terminatör 2) bu kurtarıcıların arasına katarak hızla sinemaya kazandırmaya başlamıştı. İnsanlığı kurtarmak için orada olacak bir “üstün birey/kahraman/robot” karakter, filmlerde giderek daha fazla boy göstermeye başladı.
Bir yandan kurtarıcı mitosu pompalanırken, bir yandan da “sizi izliyoruz, bütün teknoloji ve güç bizim elimizde” diyen bilim-kurgu filmleri ve hatta sözüm ona underground şekilde yayılmış Zeitgeist gibi belgesellerle, “sıradan insanın” çaresizlik duygusunu körükleyecek ürünler piyasada çoğalıyordu.
“Individual” olmanın moda olduğu, duygusal bağların bile sakız gibi çiğnenip atıldığı, insanların “rahat var olma” illüzyonu ile kimseye tahammül etmediği, “hayat zaten zorlaşıyor” diyerek kimsenin kimsenin acısının yükünü paylaşmak dahi istemediği bir zaman diliminde arttırılan bu “sizi ezeriz ve sizi ancak insandan üstün bir kahraman kurtarabilir” duygusu, zaten kimsenin “birlik olmayı aklına bile getirmeyeceği” dönemde işlevini başarıyla yerine getirmeye başladı.
Sinema tam da insanın gerçeklikten kaçıp sığındığı bir “hayal dünyası” olduğu için, giderek vahşileşen dünyanın karşısında içi öfkeyle dolup taşan, neyin altında ezildiğini bile tam olarak tanımlayamayan izleyicileri rahatlatmak adına, kurtarıcı filmlerini arttırdı; hepimiz filmin sonunda katharsis yaşayıp, o fantastik dünyalara dalmayı alışkanlık haline getirdik.
Seyir alışkanlıklarımız değişti. Kimsenin politik bir filme, bir drama tahammülü kalmamıştı. Birilerinin bizi kurtardığı, doğaüstü güçlere sahip kişilerin diğerlerini kolladığı bir dünyayı görmeyi istiyorduk. Uzun uzadıya bize anlatılan büyük büyük meselelere artık yerimiz yoktu. Hayatta kalmaya çalışmak bile yeterince büyük bir mesele idi zaten, o yönetmen bize başka ne anlatabilirdi ki?
Ve Joker
” …demek istediğim… Senin derdin ne? Senin sen olmana ne sebep oldu? Belki kız arkadaşın mafya tarafından öldürüldü… Erkek kardeşin bir haydut tarafından doğrandı… Eminim bu tür bir şeydir. Bunun gibi bir şey… Bana da bunun gibi bir şey oldu biliyor musun… Ben ne olduğundan tam olarak emin değilim. Bazen bir şekilde hatırlıyorum, bazen başka bir şekilde… Eğer bir geçmişim olacaksa, bunun çoktan seçmeli olmasını isterim! Hahaha! Fakat demek istediğim… demek istediğim şu ki, ben delirdim. Dünyanın ne kadar karanlık, berbat bir şaka olduğunu gördüğüm zaman bir yaban ördeği gibi delirdim! İtiraf ediyorum. Sen neden edemiyorsun? Yani, sen aptal değilsin! Durumun gerçekçiliğini anlamalısın.
Bilgisayar ekranının başındaki bir grup gerizekalı yüzünden üçüncü dünya savaşına kaç kere yaklaştığımızı biliyor musun? Son dünya savaşını neyin tetiklediğini biliyor musun? Almanya’nın savaş borcu alacaklılarına kaç adet telgraf direği borcu olduğuna dair bir tartışma. Telgraf direkleri! Hahahahaha! Hepsi bir şaka! Değer verilen ve uğruna mücadele edilen her şey… Hepsi devasa, kaçıkça bir şaka! Öyleyse neden komik tarafını görmüyorsun? Neden gülmüyorsun?” (Joker, The Killing Joke, Haziran 1988)
2008 yılında Nolan’ın yönettiği The Dark Knight filminde, her ne kadar çizgi romanın, Batman dünyasının bir parçası olarak karşımıza çıkarılsa da, Heath Ledger’ın oynamak demeyelim de, neredeyse kendisine dönüşerek canlandırdığı Joker aslında “düzeni/iyi temsil eden” bütün karakterlerden çok daha gerçek bir karakter olarak karşımıza çıkıyordu. Bu dünya ikiyüzlüydü ve aslında herkes en az Joker kadar aklını kaçırmıştı; onlar sadece aklını kaçırmamış gibi davranıyordu. Var olan yalancı düzenin gerçek yüzünün ortaya çıkabilmesi için, o düzenin yarattığı kişinin kaosu yaratmak istemesi, düzeni korumaktan çok daha anlamlı bir hale bürünüyordu.
Kapitalizmin vahşetinin, içinde yaşayan bizler için neredeyse “bizi bir perdenin karşısına oturttular ve bize aslında gerçek olmayan, absürt ve korkunç bir film izletiyorlar” dedirtecek hale geldiği dünyada, insanlık kendi öfkesi tarafından yenip bitirilir bir hale geldi; özel hayatımızdan, genele kadar, primat akrabalarımızı bile mumla aratacak saldırganlıklar sergilerken, hepimiz içimizden bu sistemi büyük bir kaosla yerle bir etmenin hayallerini kurar olduk; çünkü Joker haklıydı; bu dünya devasa bir şakaydı!
Ama bizler duygusaldık, naiftik ve her şeyden önce küçük insanlardık. Karşımızda Wayne Company gibi koca koca şirketler ve bu sistem yüzünden iyice acımasızlaşmış bireyler duruyordu.
(Todd Phillips’in ve) Joaquin Phoenix’in gördüğü şey de tam olarak buydu; insan bu düzen karşısında ancak ve ancak tek bir yolla kendini var hissedebilir, etken olabilir ve dünyaya hak ettiği orta parmağı, ikiyüzlülüğü ortaya çıkarabilecek kaosu yaratacak cesareti gösterebilirdi; delirerek ve en az onu delirtenler kadar vahşileşerek…
Joker, bu iki yorumla birlikte sıradan bir “villain” olmaktan çıktı; özellikle Phoenix’in yorumuyla artık empati ve özdeşlik de kurabildiğimiz Joker, “karakter” olmaktan çıkıp “figüre” dönüştü; sürekli ezilen, bu berbat dünyaya uyum sağlayamadığı için bozuk çark muamelesi gören, özel hayatındaki dramların “zenginler tarafından iyice derinleştirildiği”, aslında sadece hakkıyla var olmak isteyen milyarlarca insanı temsil eden bir figüre.
Her ne kadar “kurtarılmayı” istemek, kurtarıcıları izlemek insanın en doğal güdülerinden biriyse de, bu illüzyonun artık bizi kesmediğini Joker filmi kanıtlamış oldu.
Bütün aygıtlarıyla yetersiz olanın, sorunlu olanın, avuçla ilaç kullanıp, bu kafayı yemişliğe uyum sağlaması gerekenin biz olduğunu beynimize yerleştirmeye çalışan sistem artık bizi kandıramazdı; biz delirmemiştik, biz delirtilmiştik! Ve biz artık biliyorduk; ne düzen, ne de düzenin savunucusu olan kimse bizi kurtarmayacaktı. Kimse bize daha iyi bir dünya hediye etmeyecekti.
Küçük insan Joker’e dönüştürülüyordu ve ne Batman, ne Iron Man ne de Terminatör, onlar asla bizim tarafımızda olmayacaklardı…
(Küçük bireysel bir not: Dediğim(iz) gibi “hepimiz Joker olabilmek” istiyoruz aslında ve Amerika gibi bir yerde o dönüşme çok daha spontane olabileceğinden, “aman ha, bakın bu hastadır, hastanede ondan, siz evde denemeyin çocuklar böyle şeyler” korkusuyla, filmin son sahnesinin Warner Bros tarafından son anda ve zorla ekletildiğini düşünüyorum… Bu da naçizane bir not olsun.)[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row]