ROCK KARŞI KÜLTÜRDE KADININ VARLIĞINA ANTİ KAPİTALİST TARİH TEŞHİSİ (FEDERICI) VE ANARŞİST ÇÖZÜM: KİMLİĞİN KADINLARCA YENİDEN YAZIMI (IRIGARAY)

-İLK TARTIŞMA- CİNSİYETİN KİMLİĞİ!

Heavy Metal’in de kategorik olarak altında bulunduğu Rock karşı kültürün sloganı haline gelen “Sex, Drugs & Rock ‘n’ Roll” ifadesindeki cinsellik/cinsiyet kavramı bu protest karşı kültürün içindeki en büyük paradokslardan birisi durumunda. Rock tarihi araştırmalarının tamamında karşı kültür içinde yer edinen mizojininin (kadın düşmanlığı) hiçbir zaman kaybolmadığı açıkça ifade edilir. Bu önyargıları anlamak için kadın kimliğinin tarihsel oluşumunu ele alan ve çoğunluğu Marksist ya da anarşist filozoflardan oluşan düşünürlerin analizlerine bakmak aydınlatıcıdır. Marksist feminist filozof Silvia Federici tarih boyunca kadınların üretim ilişkilerinden nasıl dışlandıklarını ortaya koyarken Amerikalı eleştirel yazar Audre Lorde ise toplumun en çok kadınların erotizm gücünden korktuğunu dile getirir.

Marksist feminist filozof Silvia Federici’nin eleştirileri kadın kimliğinin tarihsel kapitalizm içinde dışlanan konumunu en açık biçimiyle ortaya koyuyor.

Erotizm kadının elinde özgür kalırsa “kadın birey olur ve boyun eğmez” algısını tarihe yerleştiren kapitalist sistem Anarşist teorisyen Emma Goldman’a göre aşkın özgürleşmesini de istemez. Bunun gerçekleşmesi ise ekonomik bağımsızlık ve kadın kimliği üzerindeki otoritelerin reddiyle mümkündür. Filozof Luce Irigaraya göre kadın nihayetinde tarihsel kültürel hegemonya baskısından kurutulmak için “Kadınsal yazın” (Écriture Féminine) yaratarak kendi kimliğini baştan tanımlamalıdır. Akademik çalışmalar ise İngiliz şair ve müzisyen PJ Harvey’de bu yazının vücuda geldiğini gözler önüne serer.

ABD Kongresi soruşturmalarında, İngiltere’de polis baskınlarında, Fransa’da Katolik otoritelerinin davalarında ya da Doğu Bloğundaki resmi “tehlikeli kültür akımları” listesinde lanetlenen Rock müziğin ve tikelde Heavy Metal’in ana tepkilerinin başında her zaman ‘Şok öge’ yer aldı. Akademik Rock çalışmalarında bu durumun bir simülakr (görselin asıl gerçekliğin yerini alarak doğal bağlamından kopmuş sahte bir hipergerçeklik yaratması) olarak ortaya çıkışında, başlangıçta her zaman toplumu görsellik ile şok etme amacı taşıdığı da vurgulandı. Bu öğe fantastik temalı tabulara da meydan okuyarak kendisini gösterdi. Korku, gizemcilik, cadılar, vampirler, büyücüler derken erkek ve kadın da Viktorya döneminden kalan tortulaşmış burjuva cinsel ahlakına meydan okur halde kendini gözler önüne serdi. Ancak bu süreç gerçekleşirken kadının iktidarlar tarafından yaratılan tarihsel “kötü-öteki-iğrenç” kimlikleri üzerinden bir “şok öge” oluşturuldu. Dolayısıyla, Rock müzikte mizojini hiçbir zaman kaybolmadı ancak kadınlar bu toplum bilincine sinmiş ötekileştirme altında küresel feminist dalgalardan, özellikle de 3. ve 4. dalgalardan kendi özgün protest anlamlarını yaratarak karşı kültüre damga vurdular. Eleştirel düşünürlerin bir kısmına göre bir estetik ideolojisi tartışması olarak bu marjinal sunum temelde bir gösteri toplumu ögesi ya da bir simülakr vakası durumunda. Ancak hatırı sayılır sayıda düşünür Rock içinde kadının dönüşümünün gerçek bir toplumsal protesto olduğu konusunda hemfikir. Kadınlara karşı oluşan “diğeri – eksik olan ötekiler” algısının kökeni ise tüm dünyada ancak sosyalist düşünürlerin tarih analizleri ile anlamlandırılabiliyor.

Alandaki akademik çalışmalara göre kadınların toplumda karşılaştığı mizojinik tutumlar Rock karşı kültürde de varlığını sürdürüyor.

KADIN KİMLİĞİ YARATILIRKEN

Heavy Metal müzikte kadınlar halen ağırlıkla cinsel meta olarak algılanmakta. Tüm dünyada Heavy Metal karşı kültürün tarihini ele alan kitaplar ve akademik çalışmaların tamamında Metal müzikte eskisi kadar olmasa da söylem, tutum ve tema olarak mizojinin yerleşik bir tabu ve büyük bir paradoks olarak varlığını sürdürdüğüne vurgu yapılır. Kadınlar gerçek manada Punk müzikte bu tabuları kırmıştır nitekim Punk’ın doğası Heavy Metal’in ana akım dallarına göre çok daha politik ve anarşisttir. İşte Rock karşı kültür içine de sinmiş durumda olan tarihsel kadın kimliği algısının kökleri, eleştirisi ve müzikteki karşılığı…

KADINLARIN PROTESTOSU YÜKSELİYOR

Heavy Metal sahnesi baştan çıkarıcı kıyafetler, agresif seksi performanslar, çıplaklık, BDSM çağrışımları ve şiddetli erotizmle örülüdür. Bu estetik, kimi zaman ataerkil bir arzu nesnesi (Slavoj Žižek ifadesi ile) yaratır; kimi zaman da bedenin normlara karşı başkaldırısını simgeler. Özellikle 1980’ler Glam Metal sahnesi, androjini ile (hem erkeğe hem dişiye özgü özelliklerin bulunması durumu) ataerkilliği aynı potada eriten sıra dışı bir estetik üretmiştir. W.A.S.P. ya da Mötley Crüe gibi grupların klipleri ve sahne kostümleri ile toplumun cinsel tabuları şok öge üzerinden delinir. Amerikalı post yapısalcı filozof Judith Butler’ın “performativite” kuramı burada önem kazanır. Kurama göre cinsiyet, söylemlerin tekrar edilmesiyle inşa edilen bir süreçtir ve ve bu söylem tekrarı ile “kadınlık” ve “erkeklik” kimliğinin sosyal konumları üretilir hale gelir. Butler’a göre şarkı sözleri, haber-medya dili ve edebiyat metinleri bu kültürel rızanın yaratımında (Antonio Gramsci teorisi) oldukça etkindir. Glam sahnesinin görsellikleri ile bu söylemi müzik-estetik alanda kırdığı iddia edilir ancak kadınlar kliplerde ve temada açıkça “seks/aşk objesi – kölesi” gibi gösterilmişlerdir. Dolayısıyla baskıcı bakış kırılmadan ortada kalmıştır. İşte bu yüzden görsel hipergerçeklik asıl gerçeği büker ve sahte gerçek yaratarak onun yerine geçer. Son dönemde anarko-komünist / sosyalist camiada yaygınlaşan bir tanım da bu eleştiriye katkı sunmakta. “Pornokapitalizm!” Küresel tüketimin dev metalarının başında gelen “cinsellik” bir yandan da özgürleşme, kimlik-aidiyet ya da devlet baskısına-toplum tabularına meydan okuma eylemi olarak günümüze kadar tartışılagelen bir konu. Cinsellik ticarileşmeye başladıkça ve filozof Guy Debord’un “Gösteri Toplumu ifadesiyle vurguladığı noktaya geldikçe tartışmanın “isyankâr boyutu liberal bir erimeyle yüz yüze kalır.” Cinsellik protesto eden bir kimlik tartışması ya da yaşamın doğal-olağan pratiği olmaktan çıkarılıp “küresel görsel tüketime” sunulur hale gelir. Cinselliğin metalaştırılması, insan bedenin özerkliğine yönelik kolektif bir saldırıdır ve Feminazgûl ya da Ragana gibi gruplar bu alana şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Bikini Kill ya da Jinjer gibi gruplar da bu akım içerisinde değerlendirilmekte.

Amerikalı eleştirel yazar Audre Lorde toplumun en çok kadınların erotizm gücünden korktuğunu dile getirir. Erotizm kadının elinde özgür kalırsa “kadın birey olur ve boyun eğmez hale gelir.”

İŞÇİ DOĞURAN UCUZ EMEK OLARAK KADIN

Kadınların hem toplumdaki zorba algıya hem de Rock karşı kültürdeki sınırlandırılmış konumlarına karşı giderek daha yüksek perdeden varlık göstermesi tarihsel bir diyalektiğin de kırılması anlamına geliyor. Kadınlar toplumun her alanında artık daha güçlü varlık gösteriyorlar ve tarih çatırdıyor. Tarih diyoruz çünkü bir Rock konserinde bile halen öteki olan kadın kimliği bilinçlere kazınmış bir kapitalist süreç sonunda oluşmuştur. Burada Marksist feminist filozof Silvia Federici’nin “büyücülük, kadınlar ve ilkel kapitalizm analizini ele almamız gerekir. Federici’nin “Kapitalizm, yalnızca toprakların çitle çevrilmesi ile değil, kadınların bedenlerinin de çitle çevrilmesi ile başlamıştır” ifadesiyle sunumunu yaptığı eleştiride örneğin “büyücülük suçu!” şeklinde fantastik bir suç tanımı altında kadınlara karşı tarihsel bir terör yaratıldığı dile getirilir. Federici’nin iddiası sarsıcıdır: “Cadı avları, kadınların yeniden üretim üzerindeki kontrolünü ortadan kaldırmak için yapılmış ilkel kapitalist bir saldırıdır.” Federici’ye göre bu terörün ardından Büyük Britanya’da ahlakın en sert halini alan Viktorya döneminde iyice katılaşmış halde kadınların bedeni doğurganlık üzerinden sermaye için yeniden kodlanır hale getirilir. Kadın zamanla iktidarın sermaye dinamiklerinde ucuz işçi olan ve kendisi de işçi doğuran bir araç haline dönüşür. Amerikalı sosyalist feminist düşünür ‘bell hooks’un “cinsiyet ve sınıfın kesişimi analizi de bu düşünceye eklenir. hooks’a göre feminist meydan okuma küreseldir ve sınıf bilincine ilişkindir ancak maalesef beyaz orta sınıfın “cinsiyet” kimliği içine sıkışmıştır. Benzer bir eleştiriyi küresel feminist eleştirinin en güçlü sesi Profesör Nancy Fraser da dile getirir. hooks’un “patriyarka = kapitalizm= kolonyalizm” ve “kadınların baskılanması = emek sömürüsü = siyahların dışlanması” gibi çok sayıda denklemi de bize “sınıfsız bir kadın özgürlüğünün mümkün olmadığını” hatırlatır.

EROTİZMİN GÜCÜNE SAHİP ÖZGÜR KADIN

ABD’li eleştirel yazar Audre Lorde de bu çerçevenin içindeki güçlü duruşlardan birisini sergiler. Lorde’ye göre erkek egemen toplum kadının en çok da “erotizm” gücünden korkar. Kadının kendi özgür erotizm gücüyle yaşadığı haz toplum için “boyun eğmez / özgür / kendine yeterli” algılarını yaratır. Bedeni özgür kadın toplumda “hayır” diyebilen kadındır ve “bir insan olarak” bu kadını toplum baskılayamaz. Toplum kadın erotizmini pornografiye/görsel simulakra indirgeyip ahlak ile bastırır. Tecimsel düzen ne yapar? Fırsatı kaçırmaz ve metayı pazarlayıp satar. “Pornokapitalizm” ile ifade edilen işte bu vurgudur. Sosyalist literatüre yeni katılan o güzel ifade ile özgür kadın zihni, tüketim kapitalizminin “arzu eksikliği yaratma” mantığını alt üst eder. Kısacası kadınlar bedenselden zihinsel olana uzanan meydan okuma süreçleriyle İngiliz kültür teorisyeni Mark Fisher’ın ünlü “kapitalist gerçeklik teşhisinde uyardığı tehlikeyi de paramparça edebilmektedirler. Nitekim, Lorde’nin ifadesiyle “erotik olan, yalnızca kişisel değil, devrimcidir.

BEDEN DEVLETİN DEĞİL ARZUNUN ALANIDIR

Bu bağlamda, Emma Goldman’ın özgür aşk ve beden politikası fikri, Rock müziğin cinsellik temsillerine uygulanabilir: Beden, devletin değil arzunun alanıdır. Tarihteki en büyük kadın anarşist teorisyen ve eylemci kabul edilen Goldman’a göre (Kadın haklarına ilişkin temel hareketler ve fikirler tarihte ağırlıkla Anarşist hareketlerden doğmuştur) kadının aşkı yaşama biçimi özgürlüğünün de kendini dışa vurumudur. Ancak toplumlar içinde “Kadının düşünceden, estetiğe, sanattan kültüre kadar her arzusu kimliğidir ve cinsel kimlik baskısı dolayısıyla bu alanlardaki özgürlükler de iktidar taşıyıcılar tarafından kadına fazla görülür.” Goldman’a göre kadının cinselliği ve arzuları devletin ve toplumun alanı değildir. “Toplumun düzeni kadının mezarıdır ve düzenin mikro sürükleyici dinamiği de evliliktir” sözüyle meydan okuyan Goldman’a göre kadın yalnızca bedeni değil ruhu üzerinde de tam bir tasarruf hakkına sahiptir. Bu özgürlüğe karşı çıkmak insanlık suçudur. Tarihin henüz o döneminde, tüm dünyada kadınların halen bir doğurganlık aracı olarak görüldüğü bir yapıda Goldman, doğum kontrol yöntemleri için ABD’yi ayağa kaldıran kadındır. Goldman’ın kadınlarla ilgili olmayan politik düşüncelerinin bir kısmını başka mecralarda çok sert şekilde eleştirmiş olan ben ABD’deki işçileri ve kadınları yüzbinler halinde sisteme karşı uyandıran ve ayaklandıran düşünürün bu analizleri karşısında gerekli saygıyı gösterip ayağa da kalkıyorum.

Kadının özgür olabilmesi için öncelikle ekonomik bağımsızlığını kazanması gerektiğini ilk kez ileri süren isimlerin başında anarşizmin büyük teorisyenlerinden Emma Goldman gelmekte.

EKONOMİK BAĞIMSIZLIK VE AŞKIN ÖZGÜRLÜĞÜ

Kadın ve cinsiyet bağlamı Goldman’a göre temelde politik bir evrimin sonucu gerçekleşen dayatımdır. Kadının tüm varoluşunu sergileyebildiği alan olarak aşkı özgürce yaşayamadığı bir toplumda kadınlar sosyo-ekonomik bağımlılık içinde tutulacak şekilde istihdam edilirler. Cinsellik ticari kurumlarca sömürülürken yasal kurumlarca da sınırlandırılır ve böylece içi boş, liberteryen bir cinsellik politikası ile kadının bedenen gerçek özgürlüğünü haykırmasının önüne geçilir. Goldman’a göre “aşkı özgürleştirmek aynı zamanda ekonomik bağımlılığı yıkmak, kadının sosyal konumunu güçlendirmek ve kadın kimliği üzerindeki tüm otoriteleri reddetmek” anlamına gelir. “Kadın var olmak için evlenmek zorunda bırakılan bir meta değildir” diyerek isyan eden Goldman işin özüne de iner (“işlerin özleri” tarihte her zaman ekonomik üretim ilişkileri sonucu oluşan “diğer her şey” ile meydana gelir.) Goldman şu tespiti yapar: “Kurumsallaşmış gelenekler ve kadın kimliği aşkı ve tutkuyu öldürür. Kadın ise kocanın mülkü haline gelir. Kadın bu ilişkide fiziksel ve ruhsal olarak tahakküm altındadır dolayısıyla sosyal ve ekonomik bağımsızlığı sağlamadan aşkın ve cinselliğin özgürlüğü hayal bile edilemez.” Peki ağırlığı İngiltere ve Fransa’da yazılan “Heavy Metal’de kadının yeri” başlıklı yüzlerce alan araştırması-röportaj ve akademik çalışmalarda ne denilmektedir? “Kadın ekonomik olarak güçlendikçe Heavy Metal karşı kültür içindeki cesur ve otantik kimliği de yıllar içinde kabul görmektedir…” Özetle kadın bedeni ve otantik cinselliği iktidar aracı olmaktan kurtulmak zorundadır. Goldman’ın ifadesiyle “Dans edemeyeceksem bu devrim benim değildir.”

ROCK İSYANIN SINIFSAL DOĞUMU

Amerikalı Marksist filozof Angela Davis ise “Kadınlar, Irk ve Sınıf adlı eserinde süreci Rock müziğe kadar dayandırır. Davis, tarihte kadınların ezilmişliğini yalnızca cinsiyetle değil, aynı zamanda ırksal kimlik ve sınıfsal konum ile derinleştirir. Örneğin beyaz orta sınıf bir kadının yaşadığı baskı ile siyah işçi sınıfı bir kadının yaşadığı baskı dünyanın herhangi bir yerinde aynı değildir. Feminist hareketlerin büyük kısmı evde kalmak zorunda olan orta sınıf beyaz kadınların sorunlarını merkeze alırken, işçi sınıfı kadınlar zaten uzun saatler boyunca düşük ücretle çalışmaktadır. Bu nedenle, Davis, işçi sınıfı kadınların hem üretim alanındaki sömürüyü hem de evdeki yeniden üretim yükünü eşzamanlı taşıdıklarına dikkat çeker. Tüm hayatı mücadele ve yargılamalar ile geçmiş olan Davis “ırk ve statü üzerinden bile değil ancak bir sınıf bilinci olarak kadın problemleri vardır. Aksi düşünce hiçbir sonuç vermez” analizinde bulunur. Davis için Amerikan toplumundaki tarihsel ırksal şiddete tepkinin sanat biçimi olarak Blues müzik bir direniş, özgürlük haykırışı ve hafıza taşıyıcıdır. Siyahi Blues kadın müzisyenler bedenlerini din ile boğulmuş bir toplumda tepki olarak kullanılırken isyan ederler ve beden artık politik bir özgürlük sembolüne dönüşür. Davis buradan yola çıkarak Blues müziğin doğum verdiği Rock müziğin protest olmasını da bu sınıfsal isyan köklerine bağlar.

SEMBOLİK DÜZEN VE BASTIRILAN ANNE

Bulgaristan kökenli Fransız feminist filozof Julia Kristeva, alanda devrim niteliğinde kabul edilen “Korkunun Güçleri / İğrençlik Üzerine Deneme” adlı eserinde “aşağılık/rezil” tanımı altında öznenin oluşumunu “anne” olgusu ile kurulan öncül ilişkiye ve bu ilişkinin bastırılmasına bağlar. Söz konusu ilişki bir çekim ve tiksinti kaynağıdır. Anne bedenine duyulan arzu ve ondan ayrışma korkusu erkeğin “kadına olan aşkının” temel güdüsü olarak nitelendirilmiştir. Biz bu ifadeyi örneğin Avusturyalı ünlü şair Rainer Maria Rilke’nin aşk algısını “annenin rahminin ağzında ve sıcaklığını arzulayarak bekleme” olarak nitelemesinde de net olarak görürüz. Ancak Kristeva’ya göre Sigmund Freud’dan doğan bu tez yanlıştır. Freud’un erkeğin annesini şiddetle sahiplenmesi ve babasını rakip olarak görüp saf dışı etme güdüsü olarak özetlenebilecek “Oedipus Kompleksi” bile bilinçaltındaki ataerkil anlatımlar dolayısıyla yanlış ve subjektif bir yorumdur. Kaldı ki Freud’un öğrencisi olan ve Analitik Psikolojinin kurucusu kabul edilen İsviçreli psikiyatr Carl Gustav Jung da Freud’un bu yanlışlığını açıkça dile getirir. Kristeva işte tam bu noktada parlar. Birey, bilinç altına işlemiş bu toplumsal ve dilsel baskıcı düzen içine katılabilmek için (Kristeva buna “sembolik düzen” adını verir) anne bedenini ve onun kaotik doğasını bastırır. Ancak bu bastırma annenin doğum veren doğal üretici gücünden dolayı yani somut sebeplerden ötürü imkansızdır ve tam da bu sebepten dolayı kadın âşık olunduğu kadar nefret de edilen “özne” olarak tarihte sürekli dışlanmıştır. Bu etki antik Yunan felsefesinde ve varoluşçu felsefede özellikle kendisini belli eder. Kadın dolayısıyla “şeytanidir / cadıdır” ve maalesef kadınlar bile kendi protest kimlik duruşlarını halen bu tarihsel baskı unsurlarını kullanarak sergilemektedirler.

KADINSAL YAZIN VE YENİ DİL YARATIMI

Kristeva ile birlikte Fransız postyapısalcı feminist felsefe akımının önemli isimlerinden kabul edilen filozof Luce Irigaray da “Bir Olmayan O Cinsiyet” kitabında kadının tarih boyunca “çokluk” olarak düşünüldüğünü ve “birey-teklik” kimliğinin yani en temel insani özelliğinin yok sayıldığını ifade eder. Marksist bir eleştiri ortaya koyan Irigaray’a göre kadının tanımı iktidarların biçtiği rol ile oluşmuştur ve kadının dili de bu dilin sınırları içine sıkışıp kalmış durumdadır. Kadın bu dilin içinde bile “hepsi birbiriyle aynı olan cinsiyet” olarak algılanır ve dolayısıyla tarihsel iktidar güçlerinin başkalaştırdığı bir özne durumundadır. Batı düşüncesi açıkça bu dile sahiptir. Analitik, dil ve zihin felsefesinin zirve isimlerinden Ludwig Wittgenstein’ın teorilerinin yanı sıra İtalyan Marksist gazeteci ve filozof Antonio Gramsci’ninkültürel hegemonya” tezini inceleyen Irigaray’a göre kadınlar kendileri hakkındaki tarihsel dil biçiminden, sınırlamalardan, tarihin yarattığı ve kadın kimliği, özgürlüğü, bedeni ve cinselliği üzerinde kabullendirilmiş haldeki hegemonya düşüncelerinden ancak “kendi dillerini yaratarak” kurtulabilirler. Nitekim değişen dil Wittgenstein’in ifade ettiği üzere “yeni bir düşünce biçimi, anlam kurma, anlam yaratma ve toplumsal gerçekliğin inşasıdır.” Irigaray için bu yeni dil “çok katmanlı, akışkan, çelişkili, çok merkezli, çeşitli ve duyusal olmalıdır” nitekim kadının doğası da böyledir ve dolayısıyla özgür ve anarşisttir. “Kadınsal yazın” (Écriture Féminine) olarak adlandırılan (İfadeyi ilk kez Fransız oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni Hélène Cixous kullanır) bu kırılma Irigaray’a göre yalnızca düşüncede ve yazıda değil beden dilinde, sahnede ve müzikte de kendisini gösterir. Analitik yazından farklı olarak başlangıç-gelişme-sonuç şeklinde değil, kaotik, duyusal ve bedenin ritmine göre güçlenen bir yazın dili oluşur. Şiirsel ve bedensel olarak nitelenen bu dil için Irigaray “kadının bedeni gibi yazısı da birçok yerden akar” betimlemesi yapar. Kısaca Irigaray kadın kimliğinin ekonomik ve politik analizini ortaya koyanlara ek katman olarak ayrıca dil felsefesi alanına da girer ve dil devrimi fikrini ileri sürer. Kadın bu devrimi yapmazsa kadının tanımı geleneksel toplum tarafından yaratılmaya, iktidarın aracı olmaya, ekonominin hem üretimde hem de gösteri-fetiş sahnesinde meta olmaya mahkûm kalacaktır. “Kendi arzularını bile tabusal bir gözden görmek zorunda kalacaklar, kendi dünyalarını tanımlamak yerine onlar için tarihin yarattığı dünyanın içinde sıkışmaya devam edeceklerdir.

KADIN ANARŞİZMİN ROCK HALİ PJ HARVEY

Bir kadın Rock sanatçısı ile makalemizdeki düşüncelerin bir kısmını örneklendirelim. İngiliz müzisyen ve şair Polly Jean Harvey ya da bilinen ismiyle “PJ Harvey” Rock’ın modern dönemdeki çoğu türünde üretim yapan ve tam bir anarşist ruha sahip olan Harvey yukarıda bahsi geçen bazı düşünürler tarafından bile incelenmiştir. Kurt Cobain’in “kural tanımaz asi ruhu” dolayısıyla kendisine âşık olduğu iddia edilen Harvey rock müziğin yaratıcılığını kullanarak ve daha da önemlisi yapısöküme uğratarak yeni bir kadın dili yaratır. “Rid of Me” parçasında sesinin çatlaması, çığlıklar atması, boğuk fısıltılarla şarkı söylemesi “bedensel sınırların kırılmasını” sahneye koyar. Şarkı sözlerinde şehvet, şiddet, kıskançlık ve parçalanma imgeleri bedensel çağrışımlarla bir aradadır. “Rub ’Til It Bleeds” parçasında arzu, tiksinti, şiddet, öz-yıkım açıkça kendisini ortaya koyar. Harvey’in sesi ve bedeninin hareketleri güzellik ideallerine meydan okuyan halde bozuk, kırılgan ancak çok güçlüdür. Harvey, “Man-Size” parçasında ise hem sözleriyle hem de beden diliyle artık erkeğin kadına bakış açısıyla dalga geçer haldedir. Tahakkümü taklit ederek hegemonyaya saldırır. Bu kadının estetik alanda yeni bir yaratımının temsilidir. Kadın burada nesne değildir, özne de değildir yalnızca iki sınırı da ihlal eden yeni bir anlatı kurucusudur. Harvey, Rock sahnesinde “temiz-saf-güzel olmayan” bir kadın bedeni ve sesi kurar ve bunu sahiplenir. Harvey bazı modern düşünürlerce “kadın arzusunun ve isyanının özerk bir dile dönüşmüş hali” olarak okunmaktadır ve bu çerçevede yazılmış güçlü akademik makaleler de vardır.

Filozof Luce Irigaray, kadınların kendi kimlikleri hakkındaki anlatım ve tarih yazımını “kendi dilleriyle” yeniden yazarak yeni kimlik yaratımı ortaya koyabileceklerini ileri sürer. Modern dönem çalışmalarında İngiliz müzisyen PJ Harvey’in (fotoğrafta) Rock karşı kültürde bu dili yarattığı ifade edilmektedir.

SAHİCİ VE DERDİ OLAN ROCK

Kıta basınında araştırmacı kimlikleriyle ön plana çıkan The Guardian ve The Independent gibi gazetelerde Harvey’in albümleri müzik çatısı altında bile değil çoğunlukla politik/toplum çatısı altında haber yapılmaktadır. Harvey’in albümlerinde (örneğin “Let England Shake” – 2011) savaşlar, insanlığın korkunç durumu, toplumsal eşitsizlikler, kadın hakları, iktidarın baskısı ve zorbalıkları gibi temalara sıklıkla yer verilir. Ancak bu simülakr olarak değil, tecimsel bir başarı ya da pazarlama metası olarak değil gerçek bir bakış açısının ifadesi olarak kendine yer bulur. PJ Harvey örneğinde Afganistan tarihi okunur, Rusya kültüründen folklorik temalara yer verilir, Irak’ta ABD işgali altında katledilen sivillerin hikayeleri araştırılır, yoksulluk, öksüz/yetim kalmak ve evsizlik gibi konular ele alınır. Notalardan esmeye başlamadan önce bir araştırmacı titizliğiyle konular araştırılır. İşte, Rock karşı kültürü ele alan araştırmacıları içine çeken de budur. PJ Harvey, sahte bir gösteri toplumu ürünü, endüstriyel üretimin Rock ögesi olarak değil gerçek ve “derdi olan” bir Rock üretimi sunar. PJ Harvey ve benzerlerinin farklı olmasının sebebi budur.

GERÇEK ARZU-FETİŞİZM PARADOKSU

Diğer yandan müzikteki estetik ve görünümün asla gerçek isyankarlığı temsil edemeyeceğini, bir gösteri toplumu ögesi olduğunu, arzunun ve estetiğin ideolojisinin parçası olduğunu, simülakr yaratarak marjinal görselliğin gerçek anlamların yerini almaya başladığını ya da gerçek arzuları değil arzu etme fetişizmini ortaya koyduğunu ortaya koyan onlarca küresel düşünürün fikirlerini daha önceki yazılarımızda dile getirmiştik. Çoğu durumda haklılar da! Ancak her zaman değil. Merak eden dostlar Deli Kasap’tan okuyabilirler. (https://www.delikasap.org/rock-uretiminde-simulakr-sosyal-olum-engels-vakasi-nirvana-ve-bilgi-gerceklik-problemi-gettier-olarak-megadethin-yapisokumu/) Arzunun kökeni, oluşumu ve yaşamdaki deneyim karşılığı Hollandalı filozof (düşünsel mirası dolayısıyla bir dakikalık saygı duruşu rica edeceğim) Baruch Spinoza’dan bu yana kıta felsefesinde derinlemesine tartışılan bir mevzu aslında. Biz yine de meselenin özünü Alman egzistansiyalist filozof Friedrich Nietzsche’nin aforizmasıyla özetleyelim: “… Nihayetinde sevdiğimiz şey, arzulanan (şey/kişi) değil, arzunun kendisidir…” Arzulamaya ilişkin bu yaklaşımın kökenin ise Hinduzim / Budizm’deki “Kama” ifadesinden türediğinin de altını çizmemiz gerekir. İfade kadim Sanskrit dilinde aynı anda cinsel zevk, duygusal hazlar, yaşama ilişkin tüm arzu ve tutkuları kapsar niteliktedir. Dolayısıyla sanat, dans, müzik, resim, mimari ya da doğanın yarattığı tüm zevk, haz ve tutkuları da ifade eder. İnsanın arzunun tanımı ve kapsamını anlamlandırma yönündeki çabası daima vardı ve var olmaya da devam edecek…

KAMA GIDIKLANMASI

SEX, Drugs & Rock ‘n’ Roll’daki “cinsellik” mevzusuna gireceğimiz ikinci tartışmamızda yeniden görüşmek üzere. İkinci tartışmada makalemizin üzerinde teni kırmızı ile renklendiren hafif bir kıyafet olacak, elinde şarap kadehi, mum ışıkları ile aydınlanmış bir odada usulca bize doğru gelecek. Biz de o makalenin baygın, puslu gözlerine bakıp “Kama” gıdıklanması yaşayacağız.

Yalnızca dayatılan kültürün dahil olduğu değil hiçbir sözde “egemen” üretim ilişkisini “doğal nitelikli” ve “kendiliğinden” kabul etmeyin! Uyanık, farkında, tabusuz, ahlak normlarını yıkmış özgür bireyler ve zihinler olarak kalın!

EMRE DOĞULU

Paylaş

Önerilen Haberler

Bir yanıt yazın