Türkiyeli Rock ve Nekropsi’nin Psychedelic Kubbesi
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, çok sayıda gençlik kültür hareketleri ortaya çıkmıştır. Bu kültürlerin bir kısmı belirli bir müzik türü etrafında bir araya gelirken, bir kısmı da kendi müzikal tarzlarını yaratmışlardır. Rock’n’roll’dan altmışların psychedelic’ine, Beat Kuşağı’ndan punk’a kadar birçok akım, dünyanın farklı bölgelerine yayılmıştı o dönemlerde.
O’Connor’un da belirttiği gibi, “hiçbir şey bir melodi, davul ritmi ya da altkültür kadar kolay seyahat edemez” (O’Connor 2002:225). Çoğu müzik türü ve toplumsal hareket, uzun ve çetrefilli süreçlerden geçerek günümüze kadar gelirken kendilerinden sonra gelenleri de derinden etkilemiştir. Ellilerde ortaya çıkan rock’n’roll, bu kültürel hareketlerden yalnızca biriydi. Her ne kadar kökeni Afro-Amerikan müzikleri olan blues ve swing’e dayansa da, bu müziğin dünya çapında popülerleşmesini sağlayan Elvis Presley’in en bilindik şarkılarından “Heartbreak Hotel”in de yer aldığı 1956 yılında çıkan ilk albümü olmuştur. Popülerleştiği toplumlarda genel olarak “ahlak paniğine” neden olan bu müzik türünün Türkiye’deki ilk örneği ise, 1956 yılında kurulan Deniz Harp Okulu ve Lisesi Orkestrası ve Vokal Grubu, bilinen diğer adıyla Somer Soyata ve Arkadaşları’dır. Ellilerin sonunda ise Erol Büyükburç ilk plağı olan Little Lucy’yi piyasaya çıkartır. İlk yıllardaki rock’n’roll’un etkisi yerini daha “yerel” (local) bir yaklaşıma bırakmış, farklı müzikal yaklaşımlar hissedilmeye başlamıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan tüm sosyo-ekonomik değişimler, küreselleşme ve yerelleşme (localization) kavramlarının da tohumlarını atmıştı. Küreselleşme ve yerelleşme kavramlarının akademik bağlamda ilk olarak tartışılması 1995 yılına tekabül eder (Lipsitz 1994; Robertson 1995). Günümüz yerelleşme tartışmalarını göz önünde bulundurarak Türkiye müzik sahnesinin evrilişini değerlendirirsek, aslında dilsel ve de müzikal anlamda Türkiye’deki yerelleşme kırk yıldan daha fazla bir geçmişe sahiptir.
1960’ların sonlarına kadar Türkiye’deki müzik örnekleri, ağırlıklı olarak, Batı şarkılarının Türkçe sözlerle yeniden düzenlemelerinden oluşmaktaydı. Örneğin, 1961 yılında Fecri Ebcioğlu, Bob Azzam’ın ünlü şarkısı “C’est Ecrit Dans Le Ciel”e Türkçe sözler yazmış, Bak Bir Varmış Bir Yokmuş adıyla İlhami Gencer’e okutarak Türkçe Pop müzik dönemini başlatmıştı (Dilmener 2003: 41). Aynı zamanda, altmışlı yıllarda popülerleşen rock müziği, 1968 yılına gelindiğinde (Canbazoğlu 2009:24) Türkiye’de yeni bir melez türe doğru evrilmiştir: Anadolu Pop. Moğollar ile ismini kazanan bu müzik türü, Batı ile Doğu’nun bileşimi ya da melezlenmesiyle ortaya çıkmıştı. Bu türe ismini veren Taner Öngür “…İspatlamak istediğimiz, halk müziğimizin çok sesli bir ruha sahip olması. Ayrıca folklorumuzla pop müziğin birbirine olan yakınlığı… Geri kalmış popular müziğimizin, ileri teknik ve zengin folklorumuzla birleşmesiyle bir kişilik kazanması. Anadolu Pop’ta gaye, ileri teknikle zengin folk öğelerini birleştirmek” (Meriç 2006:249) diyerek bu yeni “melez” türün kısa bir tarifini yapmıştı. Dönemin sosyo-kültürel ve politik atmosferi gözüne alındığında daha iyi anlaşılabilen bu tür, müzikal olarak, Türkiye’ye ait zengin tını ve ezgileri Batı’nın müzik aletleri ile sunmaktaydı. O dönemin politik atmosferini, Beat kültüründen sol-özgürlükçülüğe kadar birçok hareket ve düşünce oluşturmaktaydı. Müzikal olarak ise, Altmışların Psychedelic Rock türü ağırlığını hissettirmekteydi. Cream’den Jefferson Airplane’e, Pink Floyd’dan The Grateful Dead’e kadar birçok grup Beat kültüründen etkilenmiş, geçmişte çok daha blues ve jazz’ın etkilediği rock türünü farklı yaklaşımlarla (Doğu ezgilerinin ya da tabla, sitar gibi çalgı aletlerinin kullanılması) harmanlayarak bu türü yaratmıştı. Bu grupların gitar tonlarına ya da albüm kapak tasarımlarına baktığımızda, Türkiye’de o dönem müzisyenlerin Beat Kuşağı’ndan ve psychedelic dönemden ne denli etkilendiğini çok daha iyi anlayabiliriz (örn. Cem Karaca&Apaşlar’ın İstanbul’u Dinliyorum, Türkofon, 1968). Anadolu Pop’un bilindik isimleri (Kaygısızlar, Barış Manço, Cem Karaca, Erkin Koray, vb.) en iyi örneklerini yetmişlerde vermeden çok kısa bir süre önce psychedelic rock adına çok iyi çalışmalara imza atar. Bu dönem yetmişlerle beraber sona erer ve yerini Anadolu Pop’a bırakır. Burada bir parantez açmak gerekirse, 1971 yılında albümlerini çıkartan Bunalımlar isimli grup, altmışlar psychedelic müziği ile Anadolu Pop arasındaki en önemli geçiş gruplarından birisi olmuştur. Folk ezgilerin rock ile oldukça farklı yaklaşımlarla bir araya geldiği albüm, bu anlamda, Türkiye rock müziğinde çok özel bir yere sahiptir.
Hippi kültüründen esinlenerek görünümlerini oluşturan müzisyenler tarafından baskın olarak elektrik gitar, klavye ve davullarla icra edilen ve müzikal olarak yerel motiflerle süslenmiş bu tür, seksenlerin başına kadar etkisini sürdürmüştür. 12 Eylül Darbesi birçok toplumsal alanı tahrip ettiği gibi müzik sahnelerini de yerle bir etmiştir. Seksenlerde Anadolu Pop türünün örneklerine çok rastlayamıyoruz. Bu türü icra eden birçok müzisyen sol görüşlerinden dolayı zor zamanlar geçirmiş ve bir süre köşelerine çekilmiştir. Münir Tireli, “deneysel” olarak tarif ettiği yetmişlerin ortasına kadar olan dönemin seksenlerde bitmesinin bir diğer nedenini, yapılan çalışmaların sağlıklı bir şekilde aktarılamaması olarak görür (Tireli 2007).
İşte bu esnada Türkiye rock sahnesi boş kalmamıştır. 1980–1998 arası rock ve metal gruplarının belirgin bir biçimde yükselişine şahit olmaktayız. Özellikle seksenler Türkiye rock sahnesinin yeniden dirilmeye çalışması ve patlama dönemidir. Darbenin hemen ardından, 1980 yılında, Türkiye’nin belki de ilk Türkçe sözlü metal grubu DEVIL kurulur. Hatta kurucusu Sabahattin Taşdöğen’e göre grubun kökleri yetmişlerin başına kadar uzanır. Ardından Whisky, Ra, Kramp, Bulutsuzluk Özlemi, Dr. Skull, Akbaba, Kronik gibi birçok isim, müzik sahnesine çıkar. Bazı gruplar (Bulutsuzluk Özlemi gibi) rock müziğini politik sözler ve eylemlerle bir araya getirmiş, Türkiye’ye ait bir rock tınısı oluşturmuştu. Bu esnada, Amerika ve Avrupa’daki metal müziğinin yükselişi ise inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Çoğu metal müzik alttürü (Death, Black, Thrash gibi) bu dönemde çıkmaya başlamıştır. Bu süreçten, Türkiye de, özellikle Özal döneminin dışa açılmaya yönelik politikalarıyla, doğrudan etkilenmiştir. Keza, artık albümler Türkiye müzik piyasasına daha rahatça ve farklı çeşitlilikle girebiliyor ya da müzisyenler farklı coğrafyadaki rock/metal sahneleriyle doğrudan ilişki kurabiliyordu. Teknik anlamda oldukça sıkıntılı zamanlar olsa da, o dönemde üretilmiş çalışmaların çoğu günümüzde hâlâ çoğu müziksever için ayrı bir anlam taşımaktadır. Seksenler ve doksanların ortaları, uzun saçla sokaklarda rahatça dolaşmanın ya da iyi bir davul kaydı yapmanın zor olduğu, daha ziyade Türkiye’nin büyük şehirlerinde görünür olan rock ve metal, yerelleşme yerine Batı’ya açılmanın izlerini taşımaktaydı. Çoğu rock grubu şarkı sözlerinin Türkçe olmasının dışında, Anadolu Pop gibi geleneksel müzikle o kadar da haşır neşir değildi. 12 Eylül sonrasında bir süreliğine köşelerine çekilen çoğu müzisyen, darbenin yıkıcı etkilerini üzerlerinden attıktan sonra tekrar görünür olmaya, Edip Akbayram, Dadaşlar, Barış Manço, Erkin Koray gibi isimler de yeni çalışmalar ortaya koymaya başlamıştır. Bir yanda Batı’nın etkilerinin hissedildiği Türkiye rock/metal sahnesi, diğer yanda seksen öncesini derinden yaşamış, yerelliği eserlerinde yaşatmaya çalışan Anadolu Pop’un önemli isimleri yer almaktadır. Münir Tireli, seksenleri Türkiye’de grup müziği yapan müzisyenlerin kolektivizmi yeniden inşa etmeye çalıştığı yıllar olarak tarif eder (Tireli 2007). Bu bağlamda, yaş olarak daha genç olan metal ya da rock gruplarıyla seksen öncesindeki gruplar arasında profesyonel anlamda çok görünür bağlar olmasa da, o dönemde gözlemlenen durum, bu sahnelerin darbenin ölü toprağını üzerlerinden atmak için verdiği mücadeleler olarak da kabul edilebilir.
Yavaş yavaş doksanlara gelindiğinde, ortak özellikler taşımaya başlayan, bu coğrafyanın baharatlarını en asgari düzeyde taşıyan rock tınısı, keşfedilmesi gereken başka alanlara da kapı açmaya başlamıştı. Artık darbenin ağır havası eskisi kadar hissedilmemekte, birçok farklı kültür ve kimlikler hızla ülkeye girmekteydi. TRT’nin medya üzerindeki tekeli 1989’da bitmiş; plaklar kasete, kasetler CD’ye yol vermeye, müzik dergileri, fanzinler farklı sahnelerin haberlerini müzikseverlere ulaştırmaya başlamıştı (bkz. Boynik & Güldallı 2007; Öktem 2006). O dönemde, kökleri 1978’e uzanan fakat olgunlaşması ve bu yönde ürün vermesi seksenlerin sonlarını bulan, Murat Ertel ve Merih Öztaylan tarafından var edilen ZEN rock sahnesinde farklı bir ses vermeye başlar. Doğaçlama sözlerden ve müziklerden, psychedelic tınıların rock ya da atonal müzikle birleşmesinden mürekkep grup, 2000’e kadar varolduktan sonra yerini folk müzikle bezeli psychedelic rock’ın en önemli temsilcilerinden olan Baba Zula’ya bırakır. ZEN işte o dönemin en farklı grubu olarak birçok doğaçlama- psychedelic çalışmayı bizlere sunarken, aynı dönemlerde bir başka grubun, Nekropsi’nin gitar sesleri yavaş yavaş duyulmaya başlar. O dönemlerdeki psychedelic rock müziği altmışlardan oldukça farklıydı. Keza, klasik rock’tan oldukça farklılaşmış ve kendine münhasır bir tür haline gelmişti. Tekrara dayalı gitar rifflerinin çalındığı, elektronik öğeler taşıyan, genelde vokalin kullanılmadığı, insanın hâletiruhiyesini sanki bu dünyaya ait olmayan ezgiler ve görüntülerle değiştirmeye çalışan bir türdü artık. Seksenlerin sonu birçok farklı ifade ve yaşam şeklinin bir araya gelmeye başladığı, “özgürleşme”nin biraz daha rahatça tartışmaya açıldığı bir döneme kapı açtı. Bu durum, ekonomik anlamda neo-liberal politikaların uygulanması ile açıklanabileceği gibi ilerleyen teknolojinin hâletiruhiyelerde bıraktığı etkilerle de açıklanabilir. Fakat müzikal anlamda görünen o ki, bir arayış ve değişimin döneminden bahsediyoruz. Nirvana’nın Seattle’dan ses ederek farklı bir sahneye ışık vermesi dahi birçok müzik sahnesini etkilemiştir. Doksanlar yıkımla, Körfez Savaşı’yla başlar. Savaştan önceki dönem ise Soğuk Savaş’ın bitmesiyle yani tek “patronlu” haliyle bu yıkıma politik anlamda gebedir. İşte böyle bir zamanda, insanın hâletiruhiyesi arayışın ve karmaşanın yuvası gibidir. Psychedelic rock, altmışlarda nasıl ki barış arayan “beat” kuşağının sözlü müziğidir –yeni dönem psychedelic rock’ta söz genelde çok tercih edilmez- doksanlarda da bu tür savaşla başlayan dönemin “dilsiz” türüdür –belki biraz daha az politik ama hâlâ muhalif hâlâ dertli. Türkiye’nin yanıbaşında bir savaş cereyan ederken “özü sözü bir” grup kurulur: Nekropsi.
Nekropsi (Eski adıyla Necropsy) on dört yıl boyunca bizlere sadece bir demo (Speed Lessons- part 1 [1992]), iki de albüm: Mi Kubbesi [1996, Ada], Nekropsi [2007, A.K: Sayı 2: 10 yılda bir çıkar tanıtım ibaresiyle] sunmasına karşın, progressive/psychedelic rock camiasında, ulusal ve uluslararası seviyede efsanevi bir grup olarak hep varoldu. Yetmiş üç dakikalık Mi Kubbesi, kimi şarkılarda yerel ezgilerin nakış gibi işlendiği psychedelic/progressive rock türünün Türkiye’deki en başarılı örneklerinden birisidir. Ayrıca, geçmişte thrash metal icra eden grubun, bu albümde yer yer metal öğelerini de kullandığını duymaktayız. Canlı olarak iki kere izleme şansına eriştiğim grubun sahne performansları ise gerçekten oldukça başarılı ve devingen. On yıl sonra “2. Sayı” ile tekrar biz müzikseverlerle buluşan grubun, kırk beş dakikalık albümü her ne kadar bir önceki ile bazı benzerlikler taşısa da, aslında geçen süre zarfında farklı müzikal türlerine de ilgi duyduğunu gösterir niteliktedir. Albüm 2007 yılında piyasaya çıkmış olsa da, parçaların bir kısmının 1993–2006 yılları arasında yazıldığı bilgisine albüm kitapçığında rastlamaktayız. Dolayısıyla, bir önceki albüm ile olan benzerliklerini ve farklılıklarını anlamak mümkün. Örneğin, son çalışmadaki 2005 tarihli “Papa” ve farklı versiyonu “Die Neue Papa”, grubun yetmişlerde ortaya çıkan Alman menşeli Krautrock’tan etkilendiğini çok iyi yansıtıyor kanımca. Özellikle “Die Neue Papa” parçasındaki synth tonu ve ritmi, bize, sanki biraz Kraftwerk’in Authobahn albümünden “Kometenmelodie 2”yi, biraz Cluster’ın “Zuckerzeit”de kullanılan tonlarını, biraz da Faust’un Faust IV albümündeki “The Sad Skinhead”ın ezgisini anımsatıyor. Krautrock, altmışlarda ivmelenen Amerikanlaşmaya karşı Almanya’da muhalif bir müzik hareketi olarak ortaya çıkar. Yapılan müzik, tür olarak biraz rock, biraz psychedelic, biraz da elektroniktir. İngilizler, oldukça farklı bir tınıya sahip olan bu türe, aslında küçümsemek için, “Kraut” (lahana turşusu) der. Bu müzik türü, oldukça önemli müzisyen ve yapıtlarla birlikte anılmaya başlasa da ismi değişmez ve Krautrock olarak anılmaya devam eder. Önemli isimlerden bazıları ise şunlardır: Tangerine Dream, Amon Düül II, Cluster, Can, Kraftwerk, Dusseldorf, vs. Belirtmek gerekir ki, müzikal olarak oldukça özgün eserlerin üretildiği bu müzik sahnesi uzun vadede birçok farklı türü de etkilemiştir.
Nekropsi, ölüm nedeninin anlaşılması için iç organlarının tek tek tahlil edilmesi anlamına gelir. Grubun isminin, kurulduğu ilk yıllarda metal sahnesine uygunluğundan dolayı seçilmiş olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Kelime anlamından hareketle; son albümün her bir parçasının analizi bize farklı müzikal yaklaşımların bu çalışmada biraraya geldiğini gösterir. Örneğin, son albümdeki “EBO” parçasında Brenna McCrimmon ve Sumru Ağıryürüyen seslendirdiği vokal kısımlar, Muammer Ketencoğlu’nun Ayda Mori isimli Balkan Folk albümünün “Tri Mi Zvezdo” (Üç Yıldız Parlıyor) parçasından alınmış. Farklı coğrafya ve müzikal yaklaşımlarının bileşimi olarak değerlendirilmesi Nekropsi’yi daha da önemli kılar. Kanımca, hiçbir örnek, ezgi ya da ritim öylesine bir araya gelemez. Dolayısıyla, Nekropsi gibi grupların (örneğin tek albümüyle çok etki yaratmış ve dağılmış Siddartha gibi) sadece çalışmaları ekseninde değil, içinde barındırdıkları düşünceyle de dinleyiciye oldukça etkin ve zengin alanlar oluşturma olanağı verebilmektedir.
Psychedelic rock ve bazı “sıra dışı” rock alttürleri (örn. post-rock), Türkiye rock sahnesinde, genelde, oldukça farklı bir yerde durur. Birkaç başarılı ve bilindik ismin dışında bu türleri icra eden gruplara rastlamak zor olsa da, Baba Zula, Nekropsi, Replikas, Oracle Always Lies gibi isimler dünyanın farklı bölgelerinde bu türün Türkiye’deki örnekleri olarak bilinmektedirler. Diğer türleri icra eden farklı gruplarla birlikte, bu isimlerin akıllarda kalan ortak özelliği ise, çoğunun yerelleşmeyi çok iyi yansıtmasıdır. Örneğin, iki Türk ve iki Fransız’dan oluşan progressive rock grubu Asia Minor, 1979 yılında çıkarttıkları Crossing the Line albümü ile bu sahnede hâlâ olumlu eleştirilerle anılan bir gruptur ki çalışmalarında bu coğrafyaya ait birçok tını ve ezgiyi bulmak mümkündür. Bir başka örnek ise, yine aynı şekilde Anadolu’ya ait bazı unsurları harmanlayarak piyasaya çıkarttığı Anatolia (1997) isimli albümüyle, 1986 yılında thrash metal grubu olarak kurulan Pentagram’ın 1997 yılında piyasaya çıkarttığı Anatolia isimli albümün yine aynı şekilde Anadolu’ya ait bazı unsurları harmanlamasıdır. Daha önce çıkarttıkları iki albümde belli başarılara imza atmış olsalar da, bu albümle birlikte metal sahnesindeki isimleri, bu coğrafyaya ait müzikal unsurları kullanmalarından dolayı daha farklı anılmaya başlamıştır. Örnekler çoğaltılabilinir fakat dikkat çekmek istediğim nokta, yerli olanın artık günümüz müzik sahnelerinde çok daha önemli bir yere sahip olduğu gerçeğidir.
Kaynaklar
Boynik, Sezgin & Güldallı, Tolga (der.). 2007. Türkiye’de Punk ve Yer altı Kaynaklarının Kesintili Tarihi: 1978-1999 [An Interrupted History of Punk and Underground Resources in Turkey 1978-1999] İstanbul: Bas.
Dilmener, Naim. 2003. Bir Varmış, Bir Yokmuş, İstanbul: İletişim Yayınları.
Canbazoğlu, Cumhur.2009. Kentin Türküsü: Anadolu Pop-Rock. İstanbul: Pan.
Lipsitz, George. 1994. Dangerous Crossroads: Popular Music, Postmodernism, and the Poetics of Place. Londra: Verso.
Meriç, Murat. 2007. Pop Dedik, İstanbul: İletişim Yayınları.
O’Connor, Alan. 2002. “Local Scenes and Dangerous Crossroads: Punk and Theories Of Cultural Hybridity.” Popular Music 21(2):225-236
Öktem, Altay. 2006. Şeytan Aletleri. İstanbul: Everest Yayınları.
Robertson, Roland. 1995. “Glocalization: Time-Space and Homogeneity-Heterogeneity.” Mike Featherstone, Scott Lash ve Roland Robertson (der.) Global Modernities, , 25–44. Londra: Sage.
Tireli, Münir. 2007. Türkiye’de Grup Müziği: 1980’ler. İstanbul: Arkaplan.
(Bu yazı, ilk olarak DeliKasap Dergisi’nin 2010 yılı Ağustos dijital nüshasında yayımlanmıştır)