ADINI HAK EDEN FESTİVAL: HELLFEST (17-18-19 Haziran 2022)
2020 yılında tüm hazırlıkları yapıp gitmeyi planladığımız Hellfest pandemi sebebiyle 2 yıl gecikmeli sahne aldı. Tabi bu gecikmeyi Hellfest organizasyonu çok iyi değerlendirerek 2 bölümde yaklaşık 350 Grubu bağlayarak dünyanın en kapsamlı sert müzik festivalini gerçekleştirdi. Delikasap olarak biz 2022 versiyonunun ilk kısmına 3 kişi olarak iştirak ettik. Gördüklerimizi, izlenimlerimizi sizlere aktarmaya çalışacağız, hadi başlayalım.
Fransa’nın Nantes şehrinin bir kasabası olan Clisson’da gerçekleşen ve Avrupa’nın en büyük metal buluşması haline gelen Hellfest’in zaman içinde nasıl bu işi başardığına şahit olduk diyebiliriz. Organizasyonun getirdiği grupların yanı sıra, iyi bir festival deneyimi için katılımcıların ihtiyaç duyacakları herşeyi çok iyi organize ettiği ve her geçen yıl üzerine koyarak bugüne geldiğini yıllar içinde gördük. Festivalin gerçekleştirilmediği son 2 yılda, tüm alanların çok iyi bir şekilde çimlendirildiği, tuvalet sayılarının arttırıldığı, dinlenme alanlarının genişletildiği gibi estetik olarak da bir çok noktada iyileştirmeler yapıldığına şahit olduk. Tabi en büyük yeniliklerden biri Lemmy heykelinin yenilenmiş olduğunu gördük, yeni heykele Lemmy’nin küllerinden eklenmiş olması heykelin anlamını arttırmış.
Sahne önlerinde moshpitte oluşan tozun önüne geçilmesi için taş döşenmiş, çadır sahnelerinin zeminine asfalt dökülmüş. Tabi bu taş ve asfalt yerine tartan bir Zemin kaplansa circle pitte ya da pogoda düşenlerin sakatlanmaması için daha iyi olurmuş! Bu yıl her iki bölüm için toplamda 120 bin biletli davetli olduğu bilgisi paylaşılmıştır.
16 haziran Perşembe günü Nantes Clisson kasabasına ulaşmamızla birlikte Hellfest kamp alanına giriş yaptık. Ne ara o kadar çadır kurulmuş ne ara o biralar içilmiş anlayamadık ama 0. Gün etkinlikleri çoktan başlamıştı. Festival alanına yakın olan bir hipermarket kampçıların birçok ihtiyacını karşılamak için bulunmaz fırsat. Bizde kamp alanında tüketmek için 3 günlük yemek ve içki stoğu yapmaya marketin yolunu tuttuk.
O da neee… Marketin önünde alternatif bir festival oluşturmuşlar… (Yukarıda markete giden yolun duvar taşlarını görüyorsunuz. Bu festivalin yapıldığı dönemde Türkiye’de de bir metal festivali yapıldı. Elbette ki iki ülke arasındaki fark tartışılamaz ama bir festivalin katılımcılarının rahatı, katılımcıların özgürlük hissiyatını dibine kadar yaşayabilmeleri çok önemlidir. Editörün notu bu kadar -E.N.)
HF ile organize bir şekilde sıfırıncı gün etkinliklerine ek market önü festivali! Market metali bitirdikten sonra Metal Corner’daki etkinliklere bakmaya gittik, Frog Leap festival öncesi gecenin, erkenden gelen katılımcıları eğlendirmek için, Metal Corner’da kurulan sahnenin son konuğuydu. Frog Leap Studios aslında Norveç’te bir kayıt stüdyosu ve stüdyonun sahibi Leo Moracchioli zaman içerisinde Youtube üzerinde pop şarkılarının metal coverlarını yaparak ün kazanmış birisi. Bütün enstrümanları çalmadaki yeteneği, metal gırtlağı ve parçalara kattığı metal yorum ününü perçinleyerek 4.5 milyonu geçen bir takipçi kitlesi oluşturmayı başarmış. Hem festival öncesi gecesini hem de festivalin ilk günü ana sahneyi kapan Leo, Ghostbusters, Party Rock Anthem, Eye of the Tiger gibi parçaların metal versiyonları ile katılımcıları coşturarak kapanışı Prodigy’den FireStarter ile yaparak herkesi coşturdu.
Birinci Gün:
Festivalde altı sahneden “Warzone” olan hardcore/punk gruplarına ayrılmış, kendi çapında ayrı bir festival niteliğinde, kurtarılmış bir alan. Warzone dışında iki ana sahne ve üç çadır sahnesi bulunuyor, ana sahneler daha büyük gruplara, Walley sahnesi stoner, doom gruplarına Altar ve Temple sahneleri ise thrash-death-black metal gruplarına ayrılmaktadır. Tabi bu kadar çok grubun çıktığı ve altı sahnenin olduğu yerde sevdiğiniz grupların çakışmaması mucize. Biz elimizden geldiğince bölünüp izlediğimiz farklı sahnelerdeki gözlemlerimizi size aktarmaya çalışacağız.
Festivali Arte Entertainment youtube kanalından inanılmaz başarılı çekimlerle canlı streaming ile verdiğinden ve ayrıca youtube’a yüklendiğinden çalınan edilenlerin dışında konserlerde ortamı ve çeşitli anektodlarımızı sizlere aktaracağız.
Festivalin ilk günü inanılmaz sıcak bir güne uyandık, daha sabahın köründe 30 C gibi bir sıcak ile kavrulan festival alanında sürekli uyarılar yapılıyordu, su için, şapka takın vs. ilk seyredeceğimiz grubun saat 13:30’da güneşin alnında Slapshot olduğunu düşününce ne yapsan boş. Boston’un 30 yıllık HC gururu Slapshot sahneye çıkar çıkmaz sahne önü kalabalıklaştı. Jack Kelly’nin mükemmel frontmanliği ile sıcağa rağmen sabah sabah güzel bir hardcore show izledik. “Sıcaktan kendinizi koruyun, bol su için ve hadi şimdi benim için güzel bir circle pit yapın” direktifleri beni benden aldı! Old tyme hardcore, The Smiths cover’ı “Big Mouths Strike Again” ve “Hang Up Your Boots” ortalığın damına kodu desek çok da abartmış olmayız.
Slapshot’ın ardından gene warzone’da Mordred vardı. 90’ların efsane Bay Area gruplarından Mordred’in HF’de çıkması bizi gerçekten heyecanlandırmıştı. Taş gibi müzik yapmasına ve dönemdaşlarının geniş kitlelere yayılmasına karşın Mordred verdiği uzun aralar nedeniyle kendini unutturmuş olsa da reunion ve 2021 yılında çıkarttıkları album ile yine karşımıza çıktılar. Slapshot çalarken seyiciler arasında dolanıp Mordred stickerlarımızı vokalist Scott Holderby’in elinden aldık. Güneşin alnında sahneye çıkmalarıyla özlenen funky ritmleriyle kalabalığı hareketlendirdiler. Leziz bir şov ile kulaklarımızın pasını aldılar.
Mordred’in ardından biraz gölgelendikten sonra ana sahnede Offspring’e göz atalım dedik..Offspring 90’larda metalcisi punk’ı herkesi yakalayan bir punk-rock grubu olarak 2021’de çıkarttıkları son albüm ile yüksek müzikalitede bir rock grubu olarak yollarına devam ettiklerini göstemişti. Ama iş konsere gelince kaç yaşına gelirlerse gelsinler içlerindeki zıpırlıkları çıkartma fırsatı yakaladıklarını gördük. Özellikle guitarist Noodles ile vocal Dexter’ın geyik muhabbetleri yaw bu adamlar nasıl 60 yaşına gelmiş dedirten cinsteydi. Konserde son albümden sadece 1 parça çalarak tüm eski hitlerini çalıp ortalığı kasıp kavurdular. İnanılmaz profesyonelce hazırlanmış bir setlist ile oturan ilgisiz kitleyi bile ayağa kaldırıp zıplatmayı başardılar. Göz atalım dedik ama adamlar bütün konseri seyrettirdiler bize.
Biraz alakasız oldu ama Offspring’in hemen arkasından yan sahnede Mastodon çıktı. Yanyana iki ana sahnenin en güzel tarafı bir konser biter bitmez yanında diğeri başlaması! Son çıkarttıkları “Hushed and Grim” albümüyle gönlümüzde bir kez daha taht kuran Mastodon’u canlı kanlı izlemek çok iyi geldi. Ortalık sıcaktan yanıyor, sahneden yangın hortumuyla üstümüze su sıkıyorlardı ama Mastodon’un cayır cayır riffleri sıcağı ikiye katlıyordu. Tabi onlar da sahnede yanıyorlardı, clean vokalleri yapan davulcu Brann Dailor’un zaman zaman sıcağın etkisiyle artan nabzı sebebiyle sesindeki titreme dışında bir sıkıntı yoktu.
Mastodon’un üstüne Dropkick Murphys ne kadar gider bilemem ama, aynı saatte Dog Eat Dog da sahne alınca bölünerek dağıldık. Dropkick “Middle Finger” ile nefis bir giriş yaptı ve ortalık dağıldı. Crowdsurf’ler itinayla başladı… Dropkick eğlencenin diğer adı diyebiliriz, insanların modu değişip dans edip zıplamaya başlıyor, kesinlikle her festivale lazım bi grup! Çift vokal olan grubun vokalistlerinden Al Barr ailevi sebeblerden 2022 yılında grupla beraber turlamayazken bir gün önce Graspop’ta sesi giden ana vokalist Ken Casey’in iyi iş çıkarttığını söylemek gerek. Popüler şarkılarını sıraladıktan sonra, Pete Seeger’in “We Shall Overcome”ı coverlayarak tempoyu biraz düşürdüler. Rose Tattoo çalarken tekerlekli sandalyedeki bir fanı crowdsurf’te gören Ken’in göz yaşlarını tutamaması efsane bir andı ve aralarındaki etkileşim de bizi oldukça duygulandırdı. Dropkick’i yüzümüzde kocaman bir gülümsemeyle gönderdik.
Dog Eat Dog gençliğimin gruplarındandı, 1994’teki All Boro King albümünden beri yaptıkları crossover müziğe ilgi duymuş ama bir türlü canlı izleme fırsatını yakalayamamıştım, bu fırsatı kaçıramazdım. In the Dog House ile konser başladığında tüyler de diken diken oldu. John Connor yıllara meydana okuyan enerjisi ve seyirci ile kurduğu harika ilişki müziği daha da keyifli hale getirdi benim açımdan. Pull My Finger ile devam eden konser Who’s the King gibi bir klasikle coşkulu bir hal aldı. Isms, Rocky, Expect the Unexpected ve No Fronts resmen eskilere götürdü ve gözlerim doldu afedersiniz. If These Are Good Times ve son albümlerinden XXV ile finale gelindiğinde bir hayali daha başarmış olmanın keyfi vardı içimde.
Hiç bir büyük festivalde değişmez, eğer günün headliner grubunu önlerden izlemek isterseniz ya çok önceden bir kaç grup feda edip sahnenin önünde yerinizi alırsınız ya da son ana kaldıysanız iki kilometre öteden izlemeyi göze alırsınız. Deftones için son anlarda sahneye yönelmeme rağmen yardırarak nispeten önlerde bir yere konumlanabildim. Chino iyice kilo almış tombul tombul yanakları ile sahnede belirdiğinde sabırsız kalabalık patladı resmen. Pompeji introsu ve peşinden gelen açılış parçası Genesis idi ama peş peşe patlattıkları Rocket Skates, Be Quiet and Drive (Far Away) ve özellikle My Own Summer (Shove It)’de öğlen 13’de başlayan 45 derecelik bol alkollü konser maratonundan kalan son enerji kırıntılarımı da bırakıp, konserin geri kalanını sigaramı yakıp keyifle izledim. 17 parçalık setlist Deftones’un geçmişine gelişimine ışık tutacak şekilde her albümden özenle seçilmiş parçalar ile donatılmıştı. Around the Fur ve Head Up gibi turnelerinde ilk defa çaldıkları parçalar yanında Sextape, Diamond Eyes, Change gibi hit parçalar çok iyi kaynaştı. Kapanış 7 words idi ama bu kulaklar bir de Bored duysaydı fena olmazdı hani. Bir alkış da her parçada gruba eşlik eden seyirciye gelsin…
2018 yılında heyecanla Baroness’i beklerken, ansızın davulcunun ailevi problem sebebiyle gitmesi yüzünden spontane akustik bir şov vermişler, biz de bu tarihi ana şahitlik etmiştik. Şimdi aynı sahnede 4 yıl sonra elektrikli bir şov ile HF seyircisinin karşısındalardı. O gün akustik şovda gösterilen ilgiden hala büyük bir minnetle bahseden grup inanılmaz iyi bir setlist ile harika bir performans gösterdi. İlgi çok fazlaydı ama çadır sahnesi için bu ilgi sıcağı ikiye katlamıştı. John Baizley ve Gina Gleason gitarları albümden farksız konuşturuyor, Gina’nın headbang performansı ise izleyiciyi daha da gaza getiriyordu. Keşke biraz daha çalsalar dediğimiz bir şov oldu net.
Açıkçası akşam saatleri yaklaşırken sahneler arasında ulaşım zorlaşmaya başlıyordu. Güneş saat 22:00 civarlarında batmaya başladıktan sonra millet ayaklanmaya başlıyordu, buna ilave sadece akşama doğru alana gelenler vs. eklenince headlinerlara doğru alanda bir yerden biryere gitmek imkansız hale geliyordu. Neyse biz kendimizi Warzone’a atalım da, günü orda kapatırız dedik.
New York Hardcore’un kült gruplarından Cro-Mags bir hayli iyi bir kalabalık çekmişti. Arıza Harley Flanagan’ın sahneye çıkmasıyla ortalığın karışması bir oldu. Güçlü sound’u ve Harley’in hareketli tavırlarıyla tam bir konser grubu olduğunu gösteren Cro-Mags dolu dolu bir şov verdi. Özellikle konserin arasında Harley’in Rusya’ya ve savaşa giydirmesi iyi alkış aldı.
Bizim için günün finalini Warzone’da efsanevi Suicidal Tendencies yapacaktı. Basçı Ra Diaz’ın Korn ile turladığı için yerine bas gitarda Rob Trujillo’nun oğlu Tye Trujillo’nun çalacağını duymuştuk soundcheck sırasında görmüş olduk veledi! Bir ST klasiği olarak giriş yapacakları “You can’t bring me down”un girişinde ikinci gitar bir türlü giremeyince 5-6 dakika boyunca giriş akorlarını dinledik, sonunda kablo ile bağlayıp sorunu çözdüler de Mike baba da sahneye giriş yapabildi. Sonrasında Mike uzun bir konuşma yaparak aslında bunların önemli olmadığı, önemli olanın siz ve bizim burada bir araya gelmiş olmamız gibi felsefik konuşmalarını yaptı. Mike inanılmaz iyi bir moddaydı, hem enerjik hem sağlıklı gözüküyordu, “War inside my head” girmeden önce birkaç arkadaşımı çağırdım diyerek sahneye 500 kişiyi çıkartan Mike kesinlikle gene efsanevi bir akşama imza attı. Genelde “Pledge your Allegiance” ile kapanış yaparken fanları sahneye çıkartmasına rağmen bu sefer resmen konserin tam yarısında bu eylemi gerçekleştirdi. 30 dakika kadar sahnede fanlar circle pit’inden crowdsurfüne, wall of death’inden slam dance’ına tüm azgınlıkları yaptı. Sanırım ilk defa bir konserde “How will I laugh tomorrow”u dinlemiş olmanın verdiği mutluluğu anlatamam, genelde çalmazlardı. Tepinmekten, birlikte haykırmaktan asla vazgeçmeyeceğimiz grupların başında gelen S.T. gene efsanevi bir şov ile bizi bir kez daha büyüledi.
İkinci Gün
İlk günün yorgunluğu ile ikinci güne uyandık, yorgunluk bir yana sıcağın etkisi anlatılmaz. Kelimenin tam anlamıyla cehennem festivali! Gölgede kahvaltı ve kahve seansları sonrasında programımızdaki ilk grubumuz tabii ki Warzone’da…
Paris’in nadide oi! Punk grubu Lion’s Law olunca Fransızların ilgisi yüksekti, sabah sayılacak saatlerde alan tıklım tıklım. İtiş kakış vıcık vıcık ama mutlu bi yığın insan. “La Fayette” parçası ile kalabalıkta hareket biraz daha arttı, cirle pit’in çapı genişledi ancak tepeden yağan 1,5 lt.’lik bira maşrapaları insana savaş alanında hissi yaratıyordu şerefsizim, yani bu gerzek davranış böyle bir festivale yakışmıyor arkadaş, bırakın rahat rahat eğlenelim, kafaya maşrapa yeme korkusu nedeniyle yukarı bakma tiki oluştu iki günde!
Yeni çıkan album ile ilgili yaptıkları Fransızca konuşmayı tabii ki anlamadık ama yeni parçaların daha sert bir sound’da olmasının moshpiti de sertleştirdiğini net ifade edebiliriz. Lion’s Law kendi evinde oynamalarının avantajıyla çok iyi bir performans ile en favori parçaları olan “For my clan”i çalarak konseri bitirdi.
Ardından gene Warzone’da Agnostic Front çıktı, son iki sene AF için ve özellikle Roger Miret için çok zor geçti diyebiliriz. İki kez kanser atlatan Roger’ın sahnede olması mucize gibi birşey. O da bunu anlattı ve güzel bir buluşma oldu. Grubun beyni, maskotu herşeyi Stigma’nın hiperaktif davranışları AF’u sahnede seyretme zevkini ikiye katlıyor. Neredeyse çaldıkları tüm parçaların For my Family, Gotta Go, My life, My way, Crucified, Old NY gibi hit olması verdikleri bir saatlik şov’un bir dakika gibi geçmesini sağladı. Klasik olarak Ramones Blitzkreig Bop cover’ıyla son noktayı koydular.
Me and That Man’in çadırda olmasını fırsat bilerek, güneşten yandıkça çadıra kaçmaya çalıştık ne yalan söyleyeyim. Black Metal grubu Behemoth’un frontman’i Nergal’in proje grubu olan MATM country müziği black metal ile harmanlayarak önümüze nefis bir dark sound çıkartmış. Son iki albümü New Man New Songs Same Shit Vol1 ve Vol2’yi ünlü isimlerle seslendirmiş ve harika bir iş çıkartmışlardı. My Church Is Black, Vol2’de en beğendiğimiz parçalardandı ve harika çaldılar. Gruba ilgi bir hayli fazlaydı, serinleyelim diye geldik ama “Burning Churches” parçasıyla ortalık tutuştu!
Ardından yan çadırda çıkan Flotsam and Jetsam’a yöneldik. F&J neredeyse 40 yıla yakın geçmişlerinde hep taş gibi thrash yaptılar ve çizgilerini hiç bozmadılar… Cayır cayır çalmalarına rağmen ilginin çok zayıf olduğunu söylesek abartmış olmayız, iyi tarafından bakarak her yerin hınca hınç kalabalık olduğu bir ortamda böyle kaliteli bir müziği en rahat şekilde izledik. Rahat rahat kafa sallayıp biramızı yudumlayarak thrash’e doyduk.
40 yıllık İngiliz efsanevi punk grubu The Toy Dolls Warzone’da sahne aldı. Enfes bir sahne, enfes kostümler ve inanılmaz melodiler eşliğinde oi!oi!oi! Herhalde Hellfest 15 yıllık tarihinde böyle renkli bir sahne görmemiştir. Kostümler sahne herşey bir punk ortamı için uygundu… Sıcağın etkisiyle sahnede önce ceketler çıktı, sonra gömlekler.. Herkes dans ediyor, içiyor eğleniyordu…
Michael Algar “tamam punk olabiliriz ama gitar çalmayı sizden öğrenecek değiliz” dercesine “When the Saints Go Marching In” parçasıyla virtüözlere taş çıkartan bir performans sergiledi.
Arada seyircilere renkli gözlükler fırlattıklan sonra dev bir bira şişesi şeklindeki şişme oyuncağın ucundan patlayan konfetiler seyirciyi süper eğlendirdi. Efsanevi Dig That Groove Baby ile kapanış yaparken Algar’ın çaldığı 3 saplı gitar gözlerimizi yuvasından çıkarttı. Çok eğlendik çoook…
Social Distortion en fazla görmeyi istediğimiz gruplardandı, tabi ana sahnenin headliner’ı Ghost ile çakışıyordu ve gene bölündük..
Social Distortion oldukça sakin bir şekilde sahneye çıktı, Mike Ness acayip yorgun görünüyordu. Açıkçası uzun süre görmeyi beklediğimiz bir gruba acayip yükselmiştik ve daha tatmin edici tavırlar sergilemesini bekliyoduk ama gerçekler farklı olabiliyor. Evet müzikal anlamda kusursuz çaldılar ona diyeceğimiz bişey yok ama seyirci ile iletişimi minimumda tutarak gözümü kaparım işimi yaparım gibi oldu biraz… Neyse sonunda Story of My Life geldi de keyfimizi bulduk. Ardından klasik bir şekilde “Ring of Fire” cover’ıyla son noktayı koydu. Tabi Reach for the Sky’ı çalmaması bizi derinden yaraladı..
Ghost festivale 3-4 hafta kala açıklanmıştı ve güzel bir süpriz olmuştu bizim için. 2014 İstanbul konserinden damağımızda kalan tadını iyice sağlamlaştırmak için ana sahneye yöneldim ama yine bir etten duvar ile karşılaştım. Üstelik grubun malumunuz ünlü sahne şovları nedeniyle aşılacak gibi bir duvar da değildi bu. Nispeten biraz uzakta konumlanıp kendilerine has parçalarının tadını çıkardım. Rock parçalar ile bir metal festivali bu kadar domine etmek ise başarılarının başka bir göstergesi. Çıkış parçaları sayabileceğimiz Ritual’den bu yana on iki sene geçti ve bu süre zarfından hiçbir şey eksiltmeden bu günlere gelebildiler.
Yeni album Impera yeni çıkmışken ilk parçada Kaisarion oldu haliyle. Buram buram 80’ler kokan giriş hemen ortamı bir rock disco’ya dönüştürdü. Nameless Ghouls ile Papa Emeritus arasındaki ruhani uyum had safhadaydı ta ki Papa Dance Macabra’dan sonra sesinin gittiğini ve devam edemeyeceğini açıklayıp son hitlerinden Square Hammer’ı çalamadan sahneden inene kadar. Neyse ki Imperium, Devil’s Church, Cirice, Rats, Call Me Little Sunshine, Year Zero gibi şaheserleri izleme şansını yakaladık ve Tobias da en kısa zamanda umarız kendine gelir.
Üçüncü Gün
Üçüncü güne nihayet nispeten serin ve bulutlu bir hava ile başladık. Sabah saatlerinde duş, WC ve kahvaltı kuyruklarının sonu olmuyor, hangisine hangi sırayla gireceğini şaşırıyor insan. Kahvaltı için marketten aldıklarımızı hüpletip alanlara aktık… Son gün gene sahne sahne koşturmalı bir programımız vardı.
Performanslarını çok merak ettiğimiz Car Bomb ana sahnede başlamıştı. Mathcore tarzında yaptıkları müthiş aksak ve sert müziğe canlı şahit olmak oldukça iyiydi. Albümde olduğu gibi makina gibi çaldılar. Ardından çıkan Jinjer özellikle Ukraynalı olması ve içinde bulundukları savaş yüzünden dehşet ilgiyle karşılandı. Öğlen sayılacak saatte nerdeyse tüm alanı doldurdu. Tatiana’nın şarkılar arasında “biliyorsunuz ülkemizde bi’şeyler yaşanıyor, bizim burada olma amacımız sizlere ülkemizi geri almak istediğimizi söylememizdir” şeklindeki söylemleri müthiş destek gördü. Seyircinin de pozitif tepkisiyle Jinjer fena gaz bir şov’a imza attı.
Red Fang’in her ortamda gideri olduğundan çadır sahnesi hınca hınç doluydu. Blood like cream ile giriş yaptıkları an ortalık koptu. İçeride zaten mühtiş bir duman ile kafaları dumanlı Fransız seyircisinin RF’in groovy sounduyla kendinden geçtiğini söyleyebilirim. Aslında Walley sahnesinde çıkan stoner gruplarını dinleyen tayfanın pek bu çadırdan çıktığını da sanmıyoruz. Neyse o bizi ilgilendirmez! RF müzikal coşkuyla insanın yerinde durmasına engel bir durum teşkil ediyor, ister istemez ya zıplıyor ya kendinizi ansızın crowdsurfte bulabiliyorsunuz, nitekim üzerimizden geçen insanlar bunun bir göstergesiydi. Ardı ardına baba parçaları seslendirdiler, bir ara Wires çalarken air gitarlarımızla kendimizden geçmişiz ki, Prehistoric dog başladığında konserin bittiğini anlamak uzun sürmedi; keşke hiç bitmeseydi!
Gene Warzone yolu gözüktü… Deez Nuts herzamanki gevşekliğiyle sahne aldı. Avustralyalı olmanın verdiği doğal bir rahatlığın yanı sıra bünyeye alınan alkol ve dumanın etkisinin de olduğu kanatindeyiz. Ama eğlenceli müziğinin yanı sıra sahnedeki enerjileri kalabalık üzerinde de etkili olduğunu gördük. Millet bol bol crowdsurf ve circle-pit ile kalan enerjilerini boşalttılar.
Heaven Shall Burn öğle sıcağında Ana Sahne 2’de çıktığında güneş en tepedeydi ve ortalık resmi olarak da yanıyordu. Bu sıcakta aksamadan, festivalin en iyi performanslarından birini verdi benim gözümde grup. Nispeten erken çıkan gruplardan olmaları nedeniyle setlistleri biraz beklediğimden kısa olsa da 8 şarkı ile beni ve herkesi coşturmayı da bildiler. Hunters Will Be Hunted harika bir açılış parçası, benim için en iyiler ise Black Tears, Übermacht, Voice of the Voiceless, My Heart and the Ocean, Corium, Behind a Wall of Silence ve tabii ki kapanıştaki Endzeit idi. Evet çaldıkları tüm parçaları saydım çünkü kendilerini pek bir severim.
Heaven Shall Burn ile coşuyordum ama bir yandan da Ana Sahne 1’e koyulmuş devasa banyo ördeği dikkatimi dağıtıyordu. Kendi ajandama baktım o saatte o sahneyi eklememiştim. Festival programına baktığımda ise sırada Alestorm görünüyordu. Bu İskoç çobanlar kendilerini “True Scottish Power Metal” olarak tanımlıyorlardı ve açıkcası goygoycuları daha önce dijital kanallardan dinlediğimde folk metal olarak adlandırabileceğimiz müzikleri pek ilgimi çekmemişti. Ama o ördek ilginç şeylerin gelmekte olduğunun habercisiydi ve beni büyük bir merakla sahneye doğru çekiyordu. Grubun kurucusu ve keytarist Christopher Bowes tam bir şov adamı ve sahne için yaratılmış bir rockstar. Girişi ve ilk notalardan itibaren seyirciyi eline aldı ve ortalık konserden çok parti alanına dönüştü. Zaten parçaları da hep itlik, serserilik ve alkol üzerine olduğundan bu hiç de zor olmadı. Keehauld yüksek seyirci katılımlı bir korsan marşı olarak hemen enerjiyi en yukarıya taşıdı ve konser alanında hiç kimse şov bitene kadar da yerinde duramadı. Hangover (pop parçadan cover), P.A.R.T.Y., Drink, Pirate Metal Drinking Crew, Fuck with an Anchor, Shit Boat (No Fans)…. Parça isimlerine bakar mısınız ?!?! Açık ara tüm festivalin en eğenceli konseriydi, kesinlikle canlı izlenmesi gereken bir grup. Net! Hail Alestorm!!!
Alestorm ile ve tonlarca özel röportaj için buraya:
Ana sahnede Judas’ı izlemeden olmazdı nitekim. Hoş JP gün ışığında seyretmeye alışkın değiliz ama en azından bulutların etkisiyle gölgede kendimizi Rob Halford’un ilahi sesine teslim ettik. Her ne kadar 50 yılını devirmiş bir gruptan bahsediyor olsak da hala Rob’un bıraktığı beyaz sakallar ile Tonton dede imajına alışamadık. Ardı ardına patlattıkları hitlerle kafa sallamaktan kendimizi alamasak da Rob’un sesinin yetmediği yerlerde parçaları kestirmeye sokmaları bizi üzdü. Hala sahnede olmalarına şükrederek bunu bi maşrapa bira ile kutladık.
Herhalde Walls of Jericho için hardcore aleminin dişi vokalli en taş grubudur desek pek de abartmış olmayız. Bu kadar gaz, bu kadar enerjik ve sert müziği iyi bir harmoniyle tamamlayıp ortaya bırakan grubun HC camiasında müthiş saygı görmesi de harika. Tabi burada Candace ablanın müthiş sesi ile yüksek enerjili frontwomanlığı, boks, crossfit ve powerlifting ilgisiyle atletikliği de olduğu net bir şekilde ortada. 1 saat boyunca vokal yaparken durmadan koştu ve herkesi gaza getirdi. Circle pit hiç durmadı, gerçekten müthiş bir eğlence yarattı. Harika bir HC şovu verdiler.
Faith No More’un yerine Gojira’nın eklenmesi FNM üzüntümüzü karşılamasa da kendi evlerinde Gojira’yı seyretmenin keyfinin de bir başka olduğunu gördük. Açıkçası Fransa’nın metal dünyasına kazandırdığı en nadide parça olarak değerlendirilecek Gojira hangi tür müzik dinleyicisi olursa olsun saygıyla dinlenecek bir grup. İlk buluşmamız 2014’te Megadeth ön grubu olarak çıktıklarında gerçekleşmişti ve güçlü müziklerinin iç organları titreten enerjisinden hiç bir şey kaybetmedikleri artık headliner mertebesine erişmelerinden de belliydi. Baştan sona arka plan ekranlardan pompalanan görsel şölen ile bezenen atmosferik müzik alanı dolduranları hipnoz edercesine keyfe sürükledi. Yeri geldiğinde sallamaktan kafalar koptu yeri geldiğinde notalar arasında hayaller alemine dalındı. Duplantier kardeşler sanat eserleriyle herkesi ihya ettiler.
Bir yanda Gojira çalarken ekibimizin bazı üyeleri 90’ların Thrash efsanesi Coroner’e canlı şahitlik etmek üzere Altar sahnesine kaçtı. Coroner 90’lı yıllardaki müthiş albümlerinden sonra dağıldı, uzun süren pasif dönemden sonra tekrar birleşip, album çıkartmasalar da, konserlerde izleyici karşısına çıkmaya başladılar. Bu şans kaçmazdı. Zamanının ilerisinde ve karanlık rifflere sahip, progressive öğeler içeren parçaların melodikliği ve en önemlisi elektronik öğelerin kullanılmasının Coroner’i özel bir grup haline getirdiğini söylemek mümkün. “Acayip iyi” bir konser verdiler; keşke daha sık görebilsek. Coroner’den Sick of it All’a geçerken emektar Killing Joke’a ise sadece bir bakış atabilmek çok acıydı.
Ekip olarak kapanışı Sick of it All ile yapmak yakışır diye düşünerek son biralarımızı içip pit’e daldık! Gece 01:00’de nasıl enerjimiz kalır diye düşünürken SOIA son kalan enerjimizi de emerek bizi başka bir dünyaya götürdü. Tabi HF organizasyonu kapanış merasimini bi saat sonra yapsaydı ve o hawai fişek gürültüsü keyfimize limon suyu sıkmasaydı daha iyi olurdu ama en azından görsel bir şölenin altında HC bir değişik oldu. Klasikleşen Death or Jail açılışıyla Pete havalarda uçmaya başladı. Lou o kadar hızlı söylüyordu ki ve parçaların arasında nerdeyse sus vermeden diğerine geçiyorlardı… Sanırım bir saate en fazla kaç parça sığdırırız challenge’ına girdiler diye düşündüm bir an! Ama iyi tarafından bakıp tepinmeye devam ettik. 36 yıllık NYHC efsanesini bir kez daha izleyerek HF2022’yi noktalamış olduk.
Sıcaktı ve kalabalıktı, konaklama biraz zorlayıcıydı ve hatta artık bizler için çooook pahalı bir festivaldi ama müzik kesinlikle her şeyin üzerindeydi.
Çok yorulduk ama çok eğlendik… Pandeminin acısını fena çıkarttık.