Araplar V Türkler
Araplar.
İstanbul’un her yerinde, sokaklarda, denizlerde, teknelerde, çarşıda, pazarda Türklerden çok Araplar var.
Koyu dindar bir Türk için müslüman bir Arap, laik bir Türk’ten üstündür. Öyle ki, “Türk Cumhurbaşkanı” Erdoğan’ın Arap sevgisi din ve politika unsurunu da aşmış bir niteliktedir, üstelik gençlik yıllarından bu yana, bu böyledir: Eşi Emine hanım, Arap’tır.
Araplar. Esnaf memnun görünüyor, Araplar paralı, Araplar bonkör. Peki ya evlerine çekilen “ev sahibi” halklar? Türkler? Kürtler?
Ada vapurundayım, çağdaş görünümlü Türkler, vapurun iç kısmında oturmakta. Vapurun balkonu ve “havadar” güzel yerlerini ise “onlar” kapmış; iki ayrı ruh hali iki ayrı kompartıman: Türkler, mutlulukla Arapça şarkılar söyleyen çoğunluğu genç ve güzel Arap kadınlardan oluşan neşeli turistlere hasetle ve biraz da kıskançlıkla bakıyorlar. Hemen karşımda oturan orta yaşlı, Türk bir hanım tiksintiyle karışık bir hayıflanmayla yanındaki arkadaşına ve Arapça şarkıları duyunca kitabımdan kafamı kaldırıp, tutturdukları neşeli ezgileri biraz endişeyle karışık bir sempatiyle dinleyen bana dönerek şöyle diyor:
“İstanbul’un keyfini onlar çıkarıyor valla!”
Yanındaki hanım, benden de onay almak istercesine, “biz de İzmir marşını söyleyelim” diyor, “tamam” desem hemen haykırmaya hazır.
Sapla saman karışıyor, biraz bozuluyorum ve tekrar kitabıma gömülmeden önce Türk hanımlara:
“Dini ilahi söylemiyorlar ki,” diyorum. Zira göz ucuyla dışarıdaki Arap turistlere baktığımda eğer Arapça şarkı söylemeseler “Çağdaş” Türklerden farklı görünmediklerini fark ediyorum. Bununla birlikte, benim için laik bir Arap, sofu bir Türk’ten çok daha değerli.
Araplar.
Türkiye’nin her yerindeler.
100 yıl öncesine, hatta biraz daha geriye gidiyorum zihnimde.
Osmanlı İmparatorluğu topraklarındayız, yer: Hicaz.
Hicaz’da Arapları Türklere karşı ayaklandıran adam, Faysal; Abdülhamid okullarından mezun.
Osmanlı parlamentosunda görev almış, Türk ordusunda hizmet vermiş. Şimdi, Arap “özgürlük savaşı”nda Türklere karşı. Hani o “Araplar bizi sırtımızdan bıçakladı” lafı var ya, bu zayıf çehreli adam, o hançeri elinde ilk taşıyanlardan.
Bir tarafta Türkler, Bir tarafta Araplar. Hepsi silahlı, hepsi tetikte, biraz sonra mavzerleri ve toplarıyla birbirlerine ölüm kusacaklar; Medine ile Şam arasında çöllük bir yerde, cehennem güneşi altında askerler yorgun, argın, “Şehit” olmaya her iki taraf da hazır.
Ama çatışmadan önce bir ritüel; birbirlerini aşağılıyorlar; müslüman Türkler, dindar Araplara binbir küfür sıraladıktan sonra en ağır hakareti yolluyor:
“İNGİLİZ KÖPEKLERİ!”
Araplar boş durmuyor:
“ALMAN DOMUZLARI!”
Halbuki iki ayrı cephede ne Alman ne İngiliz var.
Bir dakika; Araplar arasında beyaz kefiyesiyle sarışın mavi gözlü bir adam var, onun adını öğreniyorum.
Zihnime giren Fellah bana fısıldıyor:
“Onun adı T.E. Lawrence!”
Birden irkiliyorum küfürlerin sona erip savaşın başlamasıyla, hayır hayır, bunlar mavzer sesleri değil.
Ada vapurundayım, Türkler ve Araplar iki ayrı cephedeler.
Okuyorum.