Blade Runner 2049 (or Long Loneliness of an Oscar Runner)
Sinemacı olmayı başarabilseydim görüntü yönetmenliğini tercih ederdim. Yıllardır tüketmekte olan bir izleyici olsam da sinematografi dalına özel bir ilgi duyuyorum ve yeri geliyor yönetmen, senarist ve oyunculardan çok görüntü yönetmeni seçiyorum çıkacak yeni filmleri veya klasikleri takip ederken. Sık fotoğraf/video çekmeyen benim gibi biri için resmen delilik işi “sinematografi aşkı” kabul ediyorum, ancak sinemanın öteki adı “motion picture” olduğuna göre bir yerden sonra hareketli kareler kalıyor sadece geriye, ve sanırım fotoğraflar yerine belleğime daha çok güveniyorum.
Hafta başından bu yana “Blade Runner 2049″un fragmanını izlemeye başladık. Tanıdığım tanımadığım herkes mest olmuş durumda. Devam filmi 2049’un orijinalinden 35 yıl sonra çekilmiş olması, günümüzün sinemacılık olanaklarıyla 1982 yapımındaki o eşsiz distopyan atmosferin korunduğunu görmemiz, dökük dekorların kimi karelerde yerli yerinde duruşu kimi zaman da fütürist kareler karşısında ağzımızın açık kalışı, bu yoğunluktaki ilgiye ve neden olan coşkuya etki eden nedenlerin en başında sayılabilir pek âlâ.
Yönetmen Denis Villenueve’e güvenim sonsuz, sanırım çoğumuzun da öyledir, ama işte gelen şu ilk görüntüler var ya, çok önemliydi… “Star Wars” gibi “Blade Runner” da bir kültürdür ve kendini bu kültür kümesine ait hisseden her izleyici, devam filmlerinde kendisinin neyin beklediğini bambaşka bir heyecanla bekler ve orijinalindeki samimiyetten, sahicilikten, atmosferden kopulmamış olmasına her şeyden daha fazla önem verir.
Orijinal filmi ilk kez 90’larda VHS’den ve nihayet 2005 yılında da 24. İstanbul Film Festivali’nde beyazperdede izlemiştim. Tabi ki Emek Sineması’nda tek bir boş koltuk yoktu. Balkondaydım… Perdeye direkt bir açıdan dalmış, filmin içine girmiş adeta kaybolmuştum. Emek’ten çıktıktan uzun süre sonra dahi uzayda bir yerlerde gerçeklikle düşler arasında salınmaktaydım.
Geçen yıl “Arrival” ile bilim kurgu türündeki ilk yönetmenliğinden alnının akıyla çıkan Kanadalı Villeneuve, 2049 ile çıtayı daha yukarıya koymak zorunda olduğunu biliyordu. Görüntü yönetmenliği görevini daha önce “Prisoners” ve “Sicario”da çalıştığı Britanyalı Roger Deakins’a emanet etmesi bile bunun bir göstergesi. Deakins’la Arrival’da çalışmamış olmasını ise şuna bağlıyorum: Bu projeye her ikisinin de “magnum opus” titizliğinde, yani 1982 başyapıtının mirasına gölge düşürmeden ve devam filminin de efsane statüsüne ulaşabilmesi için “modern başyapıt hedefi”yle yola çıkmış olmaları…
“Yaşayan en büyük görüntü yönetmeni kim?” diye sorsalar, hiç düşünmeden “Roger Deakins” yanıtını veririm. Tamam, 1940 doğumlu İtalyan Vittorio Storaro ve 1955 doğumlu Amerikalı Robert Richardson var hemen ilk akla gelen. Polonya’dan da her zaman çok iyi görüntü yönetmenleri çıkagelmiştir ve 1959 doğumlu Janusz Kamiński’yi de unutmak mümkün değil. Bir başka Polonyalı 1964 doğumlu Emmanuel Lubezki ise, genç yaşına karşın 2014-2016 yılları arasında üç yıl arka arkaya (Gravity, Birdman, The Revenant) Oscar heykelciğini götürmüş olabilir evine, üsttelik beş de adaylığı var: A Little Princess (1996), Sleepy Hollow (2000), The New World (2006), Children of Men (2007) ve The Tree of Life (2012). Deakins için, önünde tam üç kez teşekkür konuşması yapılmış olması, hem de arka arkaya kazanılan bu ödüller karşısında Britanyalı büyük görüntü ustasının koltuğunda alkış tutmak zorunda kalması öyle kolay göğüslenecek bir durum değildir. Çünkü, Emmanuel’den 15 yaş büyük olan 1949 doğumlu Roger’ın 42 yıllık kariyerinde toplam 13 adaylığına karşın evinin köşesinde tek bir Oscar heykelciği dahi yoktur, “aralıksız 3 kez kazanan ilk görüntü yönetmeni” olarak meslektaşı Lubezki Akademi tarihine altın harflerle geçerken.
Deakins’ın o 13 adaylığını tek tek anımsayalım: The Shawnshank Redemption (1995), Fargo (1997), Kundun (1998), O Brother, Where Art Thou? (2001), The Man Who Wasn’t There (2002), No Country for Old Men ve The Assasination of Jesse James by the Coward Robert Ford (2008), The Reader (2009), True Grit (2011), Skyfall (2013), Prisoners (2014), Unbroken (2015), Sicario (2016).
Yazımın bu bölümüne değin filmlerin yanında verdiğim yıllar vizyon tarihi değil Akademi Ödülleri’ndeki adaylık yıllarıdır. Deakins, 2008’de iki filmiyle birden aday olmuştu. O yıla kadar, 1995-2002 döneminde, beş adaylıkla domine etmekteydi töreni ancak henüz kazanamamıştı. Araya altı yıllık bir suskunluk giriyor ve 2008’deki o iki adaylığından biriyle bu kez kazanacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Ardından en verimli çağında yeni işleriyle de (The Reader ve True Grit) adaylıklarına devam ediyordu Deakins ancak Akademi’nin tercihi hep bir başkası oluyordu.
2013 yılındaki tören ise tam bir sürprizle sonuçlanıyordu: Skyfall ile sadece Bond serisinin gelmiş geçmiş en iyi görüntülerine imza atmakla kalmıyordu usta, çok sağlam ve psikolojik yönü ağır basan 007 senaryosuna sıradışı bir stilize sinematografiyle taptaze bir soluk da getiriyordu. Ne var ki o yıl ödül, üç boyutlu bir film olarak 3D teknolojisini çok yerinde ve kararında kullanan Ang Lee’nin Life of Pi’sine imza atan Şilili Claudio Miranda’nın oluyordu, henüz ikinci adaylığında.
Deakins, sert Skyfall düşüşünün ardından ve Coen kardeşlerin neredeyse tüm filmlerine görüntü sağladıktan sonra, yakın geleceğin en iyi yönetmenleri arasında gösterilecek Kanadalı Denis Villeneuve ile işbirliğine başlıyor, gerilim sinemasının son dönem en iyi filmlerinden Prisoners ve politik suç-gerilim filmi Sicario ile yine çok beğeniliyordu. Aradaki yılda ise Angelina Jolie’nin ilk yönetmenlik denemesi olan Unbroken’a destek veriyordu. Bu üç filmdeki işleriyle yine Oscar’a aday gösteriliyor, her seferinde kırmızı halıdan hüsranla ayrılıyor ve toplamda 13 adaylıkla ulaşılması güç bir rekora ulaşıyordu Britanyalı.
Arrival’da bu kez adı gibi genç 1977 doğumlu Amerikalı Bradford Young ile çalışıp Deakins’ı Blade Runner 2049’a saklayan Villeneuve, fragmanlardan görüldüğü üzere önümüzdeki yılların en çok konuşulacak filmi için işi çok sıkı tutmuş durumda. Deakins’ın farklı atmosferler yaratmadaki ustalığı ve kendine has stiliyle bu filmin hiçbir karesini unutamayacağımızı söyleyecek olursam kesinlikle bir kehanette bulunmaya çalıştığımdan değil.
Asıl emin olduğum şey ise başka: 2018 Oscarları’nın ilk kazananı şimdiden açıklıyorum… Roger Deakins!
Önümüzdeki yıl ödül töreni gecesinde 69 yaşında olacak Deakins’ı tüm salon ayakta uzun süre alkışlayacak… Çünkü o ödülü ve alkışı ne Blade Runner 2049’daki nefesleri kesen işi için ne de 14. adaylığında şeytanın bacağını kırmış olduğu için alacak: O gün salonda bulunan herkes ve ekranları başındaki sinematografi âşıkları, Bay Roger Alexander Deakins’ın (CBE, ASC, BSC)* bugüne dek sinema sanatına görüntü yönetmeni olarak yaptığı eşsiz katkılardan dolayı ayağa kalkacak…
Buraya yazıyorum, 11 Mayıs 2017.
- 89 yıllık Akademi Ödülleri tarihinde bugüne kadar hiçbir bilim kurgu filmi en büyük ödül “En İyi Film”i kazanamadı (“Akademi veremedi” demek daha doğru olur). Alfonso Cuarón’un Gravity’si 2012’de çok yaklaşmıştı 10 adaylıktan 7’sini heykelciğe çevirirken. Bakalım Blade Runner 2049, ödüllerin 90. yılında bu “geleneği” bozabilecek mi?
- Akademi, 2009 yılından itibaren “En İyi Film” kategorisinde klasikleşmiş adaylık sayısı olan beşin yerine daha fazla filmi yarışa sokuyor. 2009 öncesinde bu ödüle aday gösterilen tek “yüzde 100 bilim kurgu” filmi 1982 yapımı “E.T. the Extra-Terrestrial” olmuştur. (Yazının bundan sonraki bölümünde filmlerin adaylık yerine yapım tarihi verilmektedir.)
- “Klasik beş adaylık dönemi”nde, suç ve drama ağırlıklı bilim kurgu “A Clockwork Orange” (1972), aksiyon-macera-fantazya türlerini harmanlayan kült uzay operası “Star Wars: Episode IV – A New Hope” (1977), yoğun fantazya ve macera-drama başyapıtı “The Lord of the Rings: The Return of the King” (2003) ve hatta drama-fantazya-romans karması “The Curious Case of Benjamin Button” (2008) bu elit listeye kıyısında da olsa girmelidir.
- 2009’daki genişlemeden itibaren bilim kurgu türü “En İyi Film” yarışında daha sık görülmeye başlandı: Avatar (2009), District 9 (2009), Inception (2010), Gravity (2013), Her (2013), Mad Max: Fury Road (2015), The Martian (2015) ve son olarak Arrival (2016).
Deakins’ın insanı şaşkınlığa düşüren uzun metraj işlerinin listesi:
https://goo.gl/yYLMP8
Daha fazla Deakins okuması ve işlerinden bir kolaj izlemek için:
“Hang in There, Roger: Why Hasn’t One of the Best DPs in the World won an Oscar Yet?” by V Renée, No Film School, 16.02.2017
https://goo.gl/zCLyZD
(*) CBE: Britanya İmparatorluk Nişanı, ASC: Amerikan Görüntü Yönetmenleri Derneği, BSC: Britanya Görüntü Yönetmenleri Derneği