Sihirli Bir-Dünya-Açma Olarak Müzik: Latin Amerika’da Rolling Stones

Felsefi bağlamlar içselleştirildikleri zaman, yaşamı ve deneyimi derinleştirme potansiyeli taşır. Müzik de felsefeciler tarafından farklı bağlamlarda düşünülmüştür. Bu yazının konusu iki düşünürün kurduğu bağlamlardan faydalanarak, müziği sihirli bir-dünya-açma olarak düşünme imkanının arayışıdır. Sihirli oluşu, Nietzsche’nin ‘Dionysos’ bağlamından; bir-dünya-açması da Heidegger’in ‘Riss’ -yarık, aralık- bağlamından ileri gelir. Bu bağlamların müzik özelinde yeniden düşünülmesi bizi yeni keşiflere ulaştırabilir.

Nietzsche sanat felsefesini temellendirirken iki Grek tanrısının ismini kullanır; Apollon ve Dionysos. Tragedyanın Doğuşu’unda; Nietzsche, Apolloncu ve Dionysosçu unsurların birliğinin diyalektiğini içeren bir sanat felsefesi kurmaya çalışır. Nietzsche, Apollon’u bireyleşme ilkesi –principii individuationis- ile Dionysos’u da bütünleşme ile özdeşleştirir. Fakat bu metinde Nietzsche’nin Apollon’dan ziyade, Dionysosçu unsurların tarafını tuttuğu yer yer kendini belli eder. Çünkü, Schopenhauer’dan alıntıladığına göre bireyleşme ilkesine duyulan sarsılmaz güven, bir gemicinin güçsüz teknesine duyduğu güvene benzer:

Dağlar gibi dalgaların dört bir yana doğru, uğultuyla yükseldiği ve indiği azgın bir denizde, bir gemici, bir sandalın içinde, güçsüz teknesine güvenerek nasıl oturursa; yalnız insan da böyle sakince oturur, bir acılar dünyasının ortasında, principium individuationis’e dayanarak ve güvenerek.” [1]

Dionysosçu olanın özünü ise, Nietzsche’ye göre, principii individuationis’in parçalanışı sırasında insanın en derinliklerinden gelen, doğadan yükselen haz dolu büyülenme, esriklik, kendini unutmuşluk tanımlar.

“Ya kadim insanların ve halkların ilahilerde sözünü ettikleri uyuşturucu içkinin etkisiyle, ya da tüm doğaya zevkle nüfuz eden ilkbaharın muazzam yakınlaşması sayesinde uyanır Dionysosça heyecanlar; bu heyecanların artışıyla, öznel olan tam bir kendini unutmuşluk içinde yitip gider.” [2]

Öznel olanın tam bir kendini unutmuşluk içinde yitip gitmesi Dionysosçu olanı; yani bireysellik noktasının bütünsellik çemberine doğru genişlemesini sembolize eder. Aslında Nietzsche’nin diyalektiğinde, iki tarafın birleşerek yeni ve üçüncü bir sentez oluşturmasından ziyade, bir tarafın diğer tarafı yok edişi bulunur. Dionysosçu olan, bireyleşme ilkesini yok ederek büyülü ve haz dolu bir bütünleşmeyi ortaya çıkarır. Bu bütünleşme, sınırların ve eşitsizliklerin yıkıldığı, dönüştürücü bir esrime olarak gerçekleşir:

Şimdi köle, özgür bir adam olmuştur, şimdi zorunluluğun, keyfiliğin ya da ‘küstah moda’nın insanların arasına soktuğu tüm donuk, düşmanca sınırlar yıkılmıştır. Şimdi, dünyaların uyumunun müjdeli haberinde, herkes komşusuyla yalnızca birleştiğini, uzlaştığını, kaynaştığını değil, bir olduğunu da hisseder.  … Şarkı söyleyerek ve dans ederek anlatır kendini insan, daha üst bir ortaklığın üyesi olarak: yürümeyi ve konuşmayı unutmuştur ve dans ederek göklere doğru yükselmek üzeredir. Jestlerinde büyülenmişlik dile gelmektedir. Şimdi hayvanların konuşuyor, yeryüzünün süt ve bal veriyor oluşu gibi, insandan da doğaüstü bir şey tınlamaktadır: tanrı olarak duyumsar kendini, şimdi kendisi de düşüncede tanrıların değiştiğini gördüğü gibi, kendinden geçmiş ve yücelmiş bir biçimde değişmektedir. Artık bir sanatçı değildir insan, bir sanat yapıtı olmuştur: tüm doğanın sanat gücü, ilk-bir’in en üstün hazsal doyumu için, burada esrikliğin ürperişleri arasında açınlamaktadır kendini.[3]

Dionysosçu olana dair bu büyülü esrime ve bütünleşmenin benzeri, rock’n roll yaşam tarzında ve daha spesifik bir örnek olarak Rolling Stones’un Latin Amerika turnesinde görülebilir. Rock’n roll yaşam tarzı olarak ortaya çıktıktan sonra gerçekten de aykırılığın yanı sıra özellikle dinleyiciyle kurduğu etkileşim nedeniyle Dionysosçu esrimeye benzer bir etkiyi çağrıştırır. Çünkü sadece müzikten öte, insanlara kendilerini ait hissedebileceği bir alan açmıştır. 2016 yılındaki bu turne “Olé Olé Olé!: A Trip Across Latin America” ismiyle filmleştirilir. Bu turne sırasında grubun dinleyicisiyle etkileşimini, müziğin ve dansın büyülü atmosferini nasıl birlikte yarattıklarını ve müziğin nasıl evrensel bir dil olduğunu izlemek ilginç bir şekilde beni ‘sihirli bir-dünya-açma olarak müzik’ düşüncesine götürdü.

Müziklerinin bir zamanlar yasaklı olduğu bu adada ilk defa turneye çıkan grup; yasağa rağmen ve hatta birtakım cezalandırmaları göze alarak onların müziğini dinlemeyi sürdüren hayran kitlesinin coşkusuyla karşılaştıklarında, kendilerini bu büyüye kaptırır ve seyircisiyle bütünleşir. Hayran kitlesiyle geç kalınmış bu kavuşma, grubun da sihirli bir şekilde yeniden gençleştiğini düşündürür ve Havana’da yağmurda bile çalıp söylemeleri üzerine şu sözler gerçek bir bütünleşmenin ifadesi gibidir; “Onlarla birlikte dışarıdasın ve hep birlikte sucuk gibi ıslanıyorsun. Ve seyircilerle aramızda oluşan başka bir özel bağ bu.”

Hayranların gözünden ise Rolling Stones yasaklı yıllarda -adeta tanrılar arasında önce dışlanan Dionysos gibi-  bir tanrı mertebesine ulaşmış gibidir. Hatta bu müzik tutkunu Latin Amerikalılar; Rolling Stones’tan ilham alan ‘rollingas’ dedikleri gruplar kurarak birnevi alt kültür oluşturmayı bile başarmıştır. Gençliklerinde Rolling Stones hayranı olan insanlar artık yaşlanmıştır ve bu turne insanların adeta bir büyünün etkisinde yeniden gençleşip giderek kendilerinden geçtikleri bir ayine benzemeye başlar. Böylece; yaş ve zaman tanımayan rock’n roll’un büyüsü, kadim halkların ilahilerde bahsettikleri uyuşturucu içkinin etkisi altında bir esrime zinciri şeklinde sanki Latin Amerika’da adım adım dolaşmaya başlar. Nietzsche’nin asıl müziğin karakterini oluşturan unsuru, sesin sarsıcı gücünü, melodinin bütünlüklü akışını ve armoninin eşsiz dünyasını vurguladığı gibi;

“Dionysosçu dithyrambos’ta, insan tüm simgesel yeteneklerini en üst düzeye yükseltmesi için kışkırtılır; hiç duyumsanmamış bir şey kendinden vazgeçmeye, Maya’nın perdesini yok etmeye türün, hatta doğanın dehası olarak bir olmaya zorlar. Şimdi doğanın özü simgesel olarak dışa vurmaktadır kendini; yeni bir simgeler dünyası gereklidir; önce bütün bir beden simgeselliği, yalnızca ağzın, yüzün, sözcüğün simgeselliği değil, tüm organları ritmik bir biçimde devindiren tam bir dans dili.”[4]

Latin Amerika toplumlarının müzikle ve dansla kurduğu özel bağ filmde sıklıkla vurgulanan bir konu. Müzik ve dans ile artık ayrılmaz bir bütün olmuş bu insanların, zaten Dionysosçu bir esrimeye çok doğal bir yatkınlık taşıdıkları da söylenebilir. Hatta yerel halktan bir kişi bunu şu ifadelerle aktarır; “Eğer dans etmezsem huzurlu olamam. Dans sanatı benim yüreğimde.” Yerel insanlarla tanışıp kültürlerini daha iyi tanımaya çalışan grup üyeleri yerel dansları öğrenmeye ve yapmaya da çalışır. Bu da bana esrime ve bütünleşmenin başka bir tarzı olarak düşünülebilir gibi geliyor. Çünkü bu sefer grup üyeleri bu insanların ‘kültürüyle’ büyülenmiş gibidir. Mick Jagger bunu şu sözlerle ifade eder: “Bence eğer müzisyensen bir yere gittiğinde yerel kültüre ait bir şey görmek harikadır. Çoğu zaman hiç planlanmamış bir eğlenceyle karşılaşırız.” Grubun aynı zamanda bu dansçılardaki enerjinin, davulun ritminin müthiş olduğunu ve onlara katılmadan duramadıklarını dışa vurmaları bir defa daha müzik sayesinde bir bütünleşmenin aynı dili konuşmayan insanlar arasında da mümkün olduğunu düşündürdü. Hatta daha da ileri giderek; başlı başına müziğin bütünleştirici bir dile dönüşmesi durumunu.

Bu tarz bir bütünleşme, tıpkı Dionysos ayinlerinde olduğu gibi, ayrımları ortadan kaldırır. Hayran kitlesi ve grup üyeleri arasındaki ayrımı yıkar, onları bir arada kaynaştırmanın da ötesinde, bir bütün haline getirir. Mick Jagger konserde hissettiği bir anı tariflerken açıkça şu ifadeleri kullanır; “O kalabalığın ortasında olmak çok duygusal bir şey. Ama aslında baktıkları kişi sen değilsin, senin sahneye koyduğun halin. İyi kötü herkes gibi bir yaşam sürmeye çalışıyorsun. Bu sadece iş olarak yaptığın bir şey gibi, sonra geri döndüğünde sadece kendin oluyorsun.” Dionysosçu olanda olduğu gibi, bireyleşme noktasının bütünleşme çemberine doğru genişleyerek yok olması ile rock’n roll’un bu etkisi arasındaki benzerlik aslında; “geri döndüğünde sadece kendin oluyorsun” ifadesinde saklı bana kalırsa.

Jagger’ın aslında kendisini her ne kadar herkes gibi işini yapan bir insan olarak görmeye çalışsa da, kalabalığın ortasında o duygusal atmosferde sahne alan olarak kendisinin başka birisi gibi olduğunu ifade etmesi; konser sırasında bireyleşme ilkesini kim olduğunu unutacak denli yitirebildiğini, sonra araçla eve dönerken tekrar kendini hatırladığını gösterir. Bu kendini unutuş, seyirciyle coşkulu bütünleşme; rock’n roll’un içindeki Dionysosçu unsurlar gibi görünebilir. Bu esrime deneyimi, yeni bir dünyanın imkanını da ortaya koyar gibidir. Bu yeni dünya ise tıpkı Nietzsche’nin şu deyimine benzer; “Artık bir sanatçı değildir insan, bir sanat yapıtı olmuştur.” Gerçekten de Rolling Stones sahnede çalarken, seyirciler onları dinlerken; hep birlikte sihirli bir aralığın açıldığı bir sanat yapıtına, yeni bir dünyanın imkanına dönüşür gibidirler.

Yeni bir dünyanın imkanı derken, Heidegger’in Sanat Eserinin Kökeni’nde söylediklerine değinmek gerekir, çünkü Heidegger, sanat eserini bir-dünya-açma olarak tanımladığı ‘Riss’ -yarık- kavramını müziği kast ederek söylememiş olsa da bu kavram ve Heidegger’in açımladığı şekliyle ‘bir-dünya-açma’ düşüncesi müzikle direkt örtüşür. Çünkü Heidegger sanat eserini, hakikatin gizlilikten açıklığa gelmesi -aletheia- olarak tanımlar. Kendisini açık kılmakla eser bizi şaşırtır ve sürekli olarak bizi olağanın alanından olağanüstünün alanına yöneltir.

Heidegger’e göre sanat eserinin özsel özelliği dünya ve yeryüzü arasındaki içsel çatışmadır. Dünya ve yeryüzü çatışması ile Heidegger’in aslında kast ettiği; aydınlanma ve gizlenme arasındaki çatışmadır ve bu çatışmada hakikat olarak dünya ve yeryüzünün birliği kazanılır. Yarık -Riss- kavramını Heidegger bu çatışmayı adlandırmak için kullanır. Yarık, açık kılma ile gizlenmenin birbirine aralanması demektir. Bu aralanma sayesinde yeryüzü ve dünya karşıtlıkları aracılığıyla varlığa gelirler.[5]

“Çatışma bir yarılmanın açılması anlamında düpedüz bir yarık değildir; fakat çatışma, çatışanların birbirlerine ait olmalarının içsel yakınlığıdır. Bu yarık karşıt yanları onların ortak temelinden hareketle birliklerinin kaynağına taşır.”[6]

Yani bahsedilen çatışma, özünde birbirini tamamlayan ögelerin iç tutarlılığı olarak anlaşılabilir. Bu bileşenler, sanat eserinde bir araya toplanır ve eserin dinamik sükunetini teşkil eder. Heidegger’e göre bir eser yaratma; bir-dünya-açma ve yeryüzünü ortaya çıkarmadır. Bir dünya kendini açtığında yeryüzü yükselmeye başlar. Ancak bir dünya içine girdiğinde yeryüzünün özünün örtüsü açılır. Heidegger, sanat eserinin ontolojik yapısını yaratıcının veya izleyicinin öznelliğinden bağımsız olarak anlama çabasında olduğundan, yaratılmış olma özelliğini eserin kendisinden çıkarak belirlemek ister:

“Yaratılmışlığın eserden ortaya çıkması, eserin bir büyük sanatçı tarafından yapılmış olduğu izlenimi vermesi demek değildir. Burada söz konusu olan, yaratılmış olanın yetenekli bir kişinin başarılı etkinliğine tanıklık etmesi ve bu sayede yaratıcının itibar kazanması değildir.”[7]

Heidegger ile Nietzsche’de ortak olan yan, eseri onu yaratan sanatçının etkinliğinden çözüp ayırmaktır. Sanatçının yaratıcı etkinliğiyle eserine vurduğu damga, kendi kişisel üslubu göz ardı edilir. Nietzsche’de bu, bireyleşme ilkesinin Dionysosçu unsurlar tarafından bütünleşmeye doğru genişlemesi yoluyla gerçekleşir:

“…biz öznel sanatçıyı yalnızca kötü sanatçı olarak tanıyoruz ve sanatın her türünde ve seviyesinde özellikle ve ilkönce öznel olanın yenilmesini, ‘Ben’den kurtulunmasını ve her türlü bireysel isteğin ve arzunun susturulmasını talep ediyoruz; evet, nesnellik olmadan, saf, çıkarsız bakış olmadan asla bir nebze bile sahici sanatsal üretime inanamayız.”[8]

Nietzsche’nin bahsettiği, sanatçının öznelliğine Dionysosçu süreçte son vermesine ve dünyanın yüreğiyle birlik içinde bulunduğu görüntüye benzer şekilde, Heidegger’de de eser onunla karşılaşanlar tarafından her defasında yeniden üretilir. Yani, sanat eseri, yaratılmış olmakla son bulmaz. Tıpkı müzikte olduğu gibi, müzik bize sihirli bir-dünya-açtığında bizim tarafımızdan her defasında yeniden üretilir. Bu durum, Rolling Stones’un da ötesinde, yıllar geçse de eskimeyen bütün etkileyici müzikler için söylenebilir. Hatta Heidegger’e göre, eserin etkisi ve gücü altına girdiğimizde, bir tür ‘yerinden edilme’ gerçekleşir:

“Eserin yakınlığı içinde, aniden kendimizi hep olduğumuz yerden başka bir yerde buluruz.” [9]

Eseri deneyimlediğimizde bir değişime uğrarız ve olağan varoluştan olağanüstüne çıkmamız gerçekleşir. Bu olağan akışın dışına çıkma ve yerinden edilme, Rolling Stones konserindeki gibi grup ve seyircinin bütünleşerek o büyülü anı paylaşması ve hatta onu yaratarak birlikte o sihirli aralıkta bir süreliğine durması olarak düşünülebilir. Dinleyici kendini ‘bir tür yerinden edilme’ ye bırakır ve müzik dünya ve yeryüzü ile olan olağan bağları dönüştürür. Müziğin açtığı açıklıkta bir süreliğine kalma, tıpkı Heidegger’in bahsettiği gibi, hakikatin olup bittiği bir olay gibi gerçekleşir. Bu sihirli aralıkta gerçekleşen olay, o anın bir daha asla aynı şekilde yaşanmayacak olduğunun bilincinde olunan bir hakikat duygusu verir. Böyle unutulmaz anlarda hissettiğimiz olağanüstülük, aslında tam olarak da o anın unutulmazlık niteliği kazanmasından doğar. Çünkü doğal olarak gelip geçici olan an, bu unutulmazlık özelliği sayesinde bir sonsuzluk -doğaüstülük- niteliği kazanmış olur.

Heidegger, eserin açtığı aralıkta bir süreliğine kalmayı ve ona uygun karşılığı vermeyi, eserin korunması -Bewahrung- olarak adlandırır. Eser ancak açık kıldığı aralıkta içinde duranları bulursa, hakikatin olup bittiği bir olay olabilir. Bu bağlamda, dinleyicisiz bir müziği ya da seyircisiz bir konseri düşünemeyeceğimize göre, müziğin dönüştürücü gücü ve büyüleyici etkisinin; geçmişi, şimdiyi ve geleceği birleştiren bir zamansallık içerisinde ancak dinleyicisiyle beraber olduğunda hakiki olabildiği söylenebilir. Özellikle ‘gelecek’ bağlamında, müzik gerçekten de bir ‘yerinden edilme’ dir; çünkü müziğin, o aralıkta duran insanı aldıktan sonra götüreceği yer belirsizdir. İnsan, kendisini bu yerinden edilmeye bırakır, yerinden edilmeye razı olur; olağanüstülüğün içinde durma kararlılığını gösterir. Bu anlamda, müziğin dinleyicileri de Heidegger’in kurduğu bağlamda ‘eserin koruyucuları’ olarak düşünülebilir.

Heidegger’in vurguladığı eseri koruma düşüncesi; eseri deneyimleme veya seyretme düşüncesinden daha kalıcı bir ilişkiyi işaret eder. Çünkü deneyimleme veya seyretme gelip geçici olabilir. Fakat insan ancak gerçekten benimsediği ve bütünleştiği bir şeyi ‘korumak’ ister. Bir grubun dinleyici kitlesini de bu anlamda, o müziğin ‘koruyucuları’ olarak düşünebiliriz. Hatta Rolling Stones’un Latin Amerika toplumlarıyla buluşmasında sadece müziğin değil; bir yaşam tarzı olarak rock’n roll’un da benimsenmekte ve korunmakta olduğunu görürüz aslında. Bu noktada, Heidegger’in sanat eserini; ‘ona uygun karşılığı verenler için kendini-aşmanın ve varoluşun en yüksek imkanlarına doğru gelişmenin başlatıcısı’ olarak tanımlaması, insana gerçekten benimseyebileceği ve koruyucusu olabileceği bir şeye sahip olma imkanı açar. Bu imkan aynı zamanda onu dönüştürür ve başkası-ile-birlikteliği içerisinde yalıtılmışlığını alt etmesini sağlar.

Heidegger’in vurguladığı gibi, sanat özünde ortaklaşa -communal- bir olaydır: sanatı koruyanlar yalıtılmış bireyler değil fakat bütün bir kültür çevresidir. Eser bütün bir kültür çevresini, eserde olup biten hakikatin görünüşüne tanık olmak için bir araya toplar.[10] Sanatın yaratıcısı ve yaratılmış olanı koruyan, bu şekilde birbirlerine ait olurlar; biri yaratarak diğeri koruyarak eserde hakikatin olup bitmesini sağlarlar:

 “Eseri koruyanlar, eseri yaratanlar kadar özsel bir şekilde eserin yaratılmışlığına aittirler.”[11]

Yıllar sonra ilk defa ülkelerine gelen Rolling Stones’la buluşmak için bir araya gelen kitleler de bu ortaklaşalık içindeki kültür çevresi olarak düşünülebilir. Burada, müzikle ve dansla her daim iç içe olan Latin Amerika toplumları tarafından grubun müziğinin nasıl ortaklaşa bir şekilde benimsendiğini ve korunduğunu görürüz. Müzik bu bağlamda, artık her şeyin olduğundan bambaşka bir şeye dönüştüğü sihirli bir aralık gibi düşünülebilir. Müzik, tek başına dinlendiğinde de bizi olağandışının içine çekebilir, fakat ortaklaşa dinlendiğinde, yani konser ortamının büyülü atmosferinde tamamen başka tür bir esrime yaratır.

Heidegger, sanat eserinin dönüştürücü gücünü sanatın şiirleştiren özü diye adlandırır. Şiirleştirme olarak sanatı Heidegger bu anlamda, bir başlangıç olarak kurma şeklinde tanımlar. Bu başlangıç, kendisinden bir şeyin ortaya çıktığı şeydir. Bu ortaya çıkan şey, hiçbir şeyin kendisinin yerini alamadığı yeni bir şey, yani olağanüstünün açığa çıkmasıdır. Heidegger, başlangıcı; bir ileri sıçrama, kendisinden daha fazla bir şeyi açığa bırakma gücüne sahip bir doluluk olarak tanımlar:

 “Başlangıç daima olağanüstünün henüz açığa çıkmamış zenginliğini ve olağan ile bir çatışmayı içerir.”[12]

Bu anlamda, sanatın kökeni hakkındaki soru Heidegger’de olağanüstü olanın eserde gizlilikten açıklığa çıktığı sihirli bir aralık olarak anlaşılabilir; olağanüstünün bir başlangıcı, bir kaynaktan çıkışı… Bu aralıkta durarak yerinden edilmeye kendini bırakanlar, yani eserin koruyucuları, Dionysosçu esrikler gibi olağanüstünün deneyimine ve onun dönüştürücü etkisine, başkası-ile-birlikte olmanın büyüsüne kendilerini bırakmış olurlar. Rolling Stones grubu ve Latin Amerika toplumları arasındaki ilişkinin benzerleri bulunabilir. Bu turne bu yazıda asıl anlatılmak istenen gerçeğin yalnızca doğal bir örneğidir. O gerçek de şudur; müzik başkası-ile-birlikte olmayı mümkün kılar; müziğin açtığı aralıkta büyülü bir bütünleşmenin imkanı başlar. Bu sayede ise; artık her şey olduğundan başka görünür.

Referanslar

Altuğ, T. (2012). Son Bakışta Sanat, Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı: İstanbul, Mart, 2018.

Heidegger, M. (1950). Der Ursprung des Kunstwerkes, (Türkçesi) Sanat Eserinin Kökeni (çev. Fatih Tepebaşılı), De Ki Basım Yayım, İkinci Baskı: Şubat 2011.

Nietzsche, F. (1872). Die Geburt der Tragödie, (Türkçesi) Tragedyanın Doğuşu (çev. Mustafa Tüzel), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: 10. Basım: Kasım 2019, İstanbul.

Schopenhauer, A. (1844). Die Welt als Wille und Vorstellung, (Türkçesi) İsteme ve Tasarım Olarak Dünya (çev. Levent Özşar), Biblos Kitabevi, 2. Basım: 2009, İstanbul.


[1] A. Schopenhauer, İstenç ve Tasarım Olarak Dünya, Cilt 1, s. 416

[2] F. Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu, s.21

[3] F. Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu, s.21

[4] F. Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu, s.25

[5] T. Altuğ, Son Bakışta Sanat, s.168

[6] M. Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni, (HW 51, PLT 63).

[7] M. Heidegger, a.g.e, (HW 53, PLT 65)

[8] F. Nietzsche, a.g.e., s.35

[9] M. Heidegger, a.g.e, (HW 24; PLT 35)

[10] T. Altuğ, a.g.e., s.177

[11] M. Heidegger,  a.g.e., (HW 58, PLT 71)

[12] M. Heidegger,  a.g.e., (HW 63, PLT 76)

Paylaş

Similar Posts

Bir yanıt yazın