Taksim Bahçesi: Gezi’nin nostaljisi değil, belleğin öcünün romanı
Barışçıl bir çevre eylemi olarak başlayan ve giderek iktidara yönelik kitlesel bir tepki hareketine dönüşen Gezi direnişinin 4. yılındayız. Bu dört sene boyunca Gezi üzerine tonlarca şey yazılıp çizildi ve ‘Gezi Ruhu’ ister istemez bir neslin ortak belleğini biçimlendirerek yeni bir fikir ve eylem alanı yarattı. Murat Arda tarafından kaleme alınan Taksim Bahçesi romanı; bu belleğin izleri üzerinden, Osmanlı’dan günümüze uzanan fantastik bir zaman yolculuğu serüveni sunuyor. Arda ile Taksim Bahçesi, edebiyat ve Gezi’nin hafızasına dair kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik…
Öncelikle Taksim Bahçesi romanın için seni kutluyorum. Seni tanımayanlar için; Murat Arda kimdir? Nerede büyüdün, başka ne işlerle meşgulsün, sosyal ve profesyonel hayatında nelerle uğraşmaktasın?
Beşiktaş’ta doğup büyüdüm. Kendimi bir fikir işçisi olarak tanımlıyorum. Şu ana kadar yayımlanmış iki romanım var, Pelin ve Taksim Bahçesi. Bir yandan yeni kitaplar yazarken, bir yandan da yazdığım kitapların sinema versiyonu için çalışmalar yürütüyorum. Futbolcu portreleri kitap dizisi, Delikasap, Beşiktaş JK kitap ve dergileri gibi çeşitli mecralarda yayıncılık ve yöneticilik serüvenlerim de sürmekte. Üniversitelerde İletişim, kültür ve sanata yönelik konferanslar veriyor, enerjim yettiğince de film eleştirileri ve senaryolar yazıyorum. Tüm bunların yanı sıra en sevdiğim işim kitap okumak. Kitap okumayı bir boş zaman faaliyeti olarak değil, yaşamsal bir zorunluluk olarak görüyorum.
Pelin’den sonra Taksim Bahçesi’ni yazma fikri nasıl ortaya çıktı ve kitap kısaca ne anlatmak istiyor?
Taksim Bahçesi de, ilk romanım Pelin’de olduğu gibi hayat tiyatrosunda sergilenen kötü bir piyesi yuhlama amacı güdüyor. Şu kısacık oyun-gerçeklik içerisindeki iki yüzlü muhafazakarlığın rolünü eleştiren bir metindi ilk kitap Pelin… O kitabı genç kadın ve erkeklerin İslami hayat-laik hayat arasındaki sıkışmışlıklarını rockçı ve başıbozuk bir genç kadın karakteri üzerinden doksanlı yıllar Taksim gençliğini merkeze alarak oluşturdum. Pelin Türk muhafazakarlığı ve cemaatçilik olguları ile doksanlı yıllar gençliğinin yüzleşmesi olarak okunabilecek bir roman. Taksim Bahçesi’nde ise bu defa 2013 Haziranı’nın direniş günleri ile Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş dönemi arasında bir zaman yolculuğu, kafası dumanlı bir büyülü gerçekçilik ile okuyucuyu geçmiş ile gelecek arasında entelektüel bir gel-git’e sürüklemeyi hedefledim. 1900’lerin Levantenleri, Pera’nın şık Grek hanımları ile isyankar Gezi gençliğinin hayatları arasında, dünün başkaldıran Ege yörükleri, efeler ile günümüzün devrimcileri arasındaki paralellikleri bir kara roman atmosferi içinde işledim.
Bir zaman yolculuğu tabirini kullandın. Ama aynı zamanda fantastik bir bakış açısını aşan da bir ana tema var Taksim Bahçesi’nde. Metni oluştururken bu iki farklı zamansal-mekansal dönüşümleri hangi saiklerle hazırladın?
Taksim Bahçesi romanında nesnel ve evrenselci bir göz ile milliyet, ırk, din gibi kimliklere olan aidiyetleri tarafsız ele alarak Osmanlı’dan Cumhuriyet’e eleştirel, kara mizahi ve aynı zamanda sürrealist bir düşünsel medcezir yaratmayı denedim. Ancak tüm bu fantastik yapı, yaşanan gerçek dramların ve insanların hikayelerinden türeyerek bir biçime evrildi. Bir delilik karnavalı olarak ilerleyen metin, insanlık komedyasının çıldırış anlarını zaman ve mekan kavramlarını dördüncü bir boyuta taşıyarak irdeleme amacını güdüyor. Kitapta geçmişin direnen insanı ile bugünün ilerici insanlarının yarını kuracak olan ortak iradelerini kayda geçirmeye çalıştım. Kitabın Gezi Parkı’nda direniş esnasında yazılmaya başlaması ve direnişin dördüncü yılında okuyucu ile buluşması ise direniş zamanı, ayaklanma ve sonrasına, bugüne dair “bulutlu” bir beyin jimnastiği anlamı içermekte. Bunu yaparken de yüz yıl öncesinin karanlık Beyoğlu ortamlarının yosmalar diyarına, çiçekler açmış İzmir’in dağlarındaki “ateşe tapan” Şaman yörükleri’nin yaşadıklarına referans var, kitapta titiz çalışılmış bir tarihsel arka plan mevcut ve bu durum, Taksim Bahçesi’ni “bir Gezi romanı” olarak nitelendirmenin ötesine taşıyor…
Kitabı ‘saykodelik-gerçekçi’ bir roman olarak tanımlıyorsun. Bu ifade ne anlama geliyor?
Hem fantastik öğeleri içermesi hem de Marksist dünya görüşüne yatkın bir yapısı olduğundan dolayı, biraz da Gabriel Garcia Marquez ustamın “Büyülü Gerçekçilik” akımına gönderme yaparak tarifliyorum Taksim Bahçesi’nin tarzını. Bu ifadenin karşılığı için “altmışlı yılların terbiyesiz beat anlayışı, tabudeviren psychedelic rock ekolü ile Nazım Hikmet’in efendi ama biat etmez duruşunun bir sentezi” gibi tuhaf bir tanım kullanabiliriz.
Kitap’ta Gezi Parkı ifadesi hemen hemen hiç geçmiyor ve Gezi Parkı’ndan her iki zaman boyutunda da Taksim Bahçesi olarak bahsediliyor, nereden geliyor bu isim ve Taksim Bahçesi hangi noktada ‘Gezi Parkı’na evrildi?
Şimdiye kadar yaptığım röportajlar arasında bu durumu ilk farkeden yazarsın, tebrik ediyorum. Kitapta “Gezi” kelimesinin geçmemesi Haziran Ayaklanması’nı bir nostaljik unsur olarak görmeyi reddetmemden dolayıdır. “Gezi’nin nostaljisini yapmaktansa, belleğini bugünlerde nasıl işlevsel hale getirebiliriz onu düşünmek gerek bence” demişti Emek Erez, bu ifade benim Taksim Bahçesi’ni yazarken hissettiğim haleti ruhiyemle tam örtüşüyor. Taksim Bahçesi, insanın içindeki devrimci potansiyelin çağlar arasındaki ilişkisini kayda geçirirken belleğin öcünü almayı hedefliyor. Geçmişten geleceğe taşınacak ilerici bir ortak mirasın aktarıcısı olmaya çalışıyor metin ve bunu yaparken sınır tanımayan bir bakış açısıyla, milliyet, din, tür ve devletler-dışı bir bakış açısı geliştirmeye çalışıyor. Kitapta şu soru kendini hissettiriyor: “Ormandan gelen özgürlük çığlıklarını işitiyor musunuz?” diye. Jöntürklerin iyi niyetle çıktıkları yolda geldiğimiz nokta malum. Tabi ki bugünkü perspektifle “Abdülhamid’e başkaldıran Mithat Paşa candır” demek boynumuzun borcudur.
Özgürlük kelimesine dair neler söyleyebilirsin? Hürriyet kavramı senin için neyi ifade ediyor?
Medya denetimi yoluyla içeriği boşaltılmış bir özgürlükten bahsetmiyorum, sistem-karşıtı ve devrimci bir özgürlükten bahsediyorum. Bu topraklar zalimliğin, aynı zamanda zulme başkaldırı deneyimlerinin de tarihini aynı anda içinde barındırıyor. Gezi direnişi bunun son zamanlardaki halkalarından birisi. Ancak bugün en katlanamadığım şey bu direnişin Tekel direnişi gibi, eski zamanların büyük madenci grevleri, işçi yürüyüşleri gibi geçmişin anıtsal direnişleri ile bağını görmeyi reddetme eğilimleridir. Yaşanan hayal kırıklıkları içerisinde “ne güzel direnmiştik, ama herkes şimdi nereye gitti?” deniliyor, bu tükenmişlik sendromunu sevmiyorum. Bu bakış açısı hayatın gündelikliğine saplanıp kalmaktır. Oysa o direnenler insan ile doğa ile bir olma duygusunun en yüce halini yaşayarak geçmişle, o an ile ve gelecek ile zaman ve mekan duygusunu aşarak bir bağ kurmuşlardı. Bu bağ, anlık bir bağ değildir. İşte Taksim Bahçesi, yüz yıl öncesinin tersane işçilerinin ayaklanması ile, ağaçlar ile, yıldızlar ve sokak kedilerinin yanı sıra bugün Semih Özakça ve Nuriye Gülmen’in onurlu mücadelesi arasındaki bağı yakalamak ve geleceğe taşımak için yazıldı.
Kitapta gerçek hayatta yansımasını görebileceğimiz pek çok karakter var. Mahalle esnafı, polisi, hapçısı, fahişesi vb, bu karakterler kendi mahalli deneyimlerini/gözlemlerini ne kadar yansıtıyor?
On sekiz yaşıma kadar koyu dindar bir çocukluk ve ilk gençlik yaşadım. İlk romanım Pelin’de o günlerin yansımalarını yoğun olarak görüyoruz. Daha sonra koyu rockçı ve jakobin bir dönemle agnostik bir süreç yaşadım; Saffet Murat Tura okumaları, Erich Fromm, Camus, Elias Canettiler derken kendimi yıldızlararasında buldum; sonunda Saganist bir adama dönüştüm. Bu dönüşümlerdeki çabalar esnasındaki deneyimlerin elbette karakter oluşturmada katkıları olmuştur. Tüm bu hayat katarındaki kozmik yolculuk esnasında saydığın tüm bu kimlikler ile organik ve inorganik ilişkiler kurdum, hapçı, rockçı, deli, dinci ya da orospu; birçok arkadaş edindim. Son kertede kendi gözlemlerim ve bu çılgın insanların çevrelerindeki tanıklıklar kitap karakterlerine hayat veriyor.
Erkin bir rock DJ’i, aynı zamanda kitap yazarı ve Beşiktaş çocuğu. Karakteri yaratırken kendinden ne kadar esinlendin? Otobiyografik öğeler Taksim Bahçesi’nde ne kadar etkin?
Pelin’deki Can Sancak karakteri daha büyük bir oranda kendimden izler taşıyordu. Taksim Bahçesi’nin Erkin’inde ise kendimden bir parça yok diyemem çünkü ben de direnişin bir parçasıyım. Ama kitabın bütününü ele alarak söyleyecek olursam o karakter Gezi Direnişi’ne dair daha bütünlüklü ve tek bir şahsı aşan, alegorik bir anlam taşıyor. Spoiler vermek istemiyorum ama şunu söyleyebilirim. Erkin karakterinde senden bile izler var. Direnişin parçası olan herkes, Hayır diyen her yurttaş ya da insan onuruna değer veren her birey Erkin’de, Ermeni Devrimci Paramaz, Angeliki, Necmi ya da Kerovpe Baba karakterinde kendisinden bir parça bulacaktır diye tahayyül ediyorum.
Kitap tematik olarak ilk kitabın Pelin’in izinden gidip; Beyoğlu’nun ara sokaklarında, kenar mahallelerinde gezinerek, çok kültürlü bir halk tabakasının –bu sefer iki farklı zaman düzleminde olmak üzere- nabzını yokluyor. Beyoğlu ve çevresinin sokak kültüründe o zamandan bu güne neler değişti? Zamanda yolculuk yaparsak gerçekten 19. yüzyıl Osmanlısının insanıyla anlaşabilir miydik?
İstanbul’un Hristiyanlardan Müslümanların mülkiyetine geçmesi ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun tarihe karışmasından bu yana bu şehirde çok fazla yıkım, değişim oldu ancak şöyle bir gerçek var… 1950’li yıllara kadar İstanbul’un yüzyıllar önceki güzelliğini, siluetini muhafaza ettiğini biliyoruz. Amicis’in 1860’ların Türk insanını betimlediği sahneleri, Ermeni, Rum ve Yahudi tiplemelerini detaylıca anlattığı sayfalarını düşünün, Türk insanının o tefekkürü, o içe dönüklüğü, o sükuneti ve saflığı ne kadar da içtenlikle anlatılır. Marx’ın Engels’e yazdığı mektuplarda Anadolu insanının çalışkanlığını, dürüstlüğünü nasıl da övdüğüne şahit olursunuz. Ezcümle; ben 19. Yüzyıl Osmanlısı ile de 13. Yüzyıl Bizanslısı ile de anlaşabilirim diye düşünüyorum, anlaşamadığım bugünün hakim anlayışı, o gücetapan, açgözlü, ruh sefili iki yüzlü sözde muhafazakarlıklar. Kente ve insani değerlere en fazla saldırı yapan ve her türlü yozlaşmanın kaynağı o kıçımın muhafazakarları… Dün, bugün ve gelecekte de hayat düşmanları ile hayata meftunlar anlaşamamaya devam edecekler. Çünkü savaş sürüyor. Taksim Bahçesi kentin yağmalaşmasına ve serbest piyasa yalanına karşı gerçeğe sadakatin yanında, ağaçların, ekolojik bir dünyanın ve serbest dolaşan tavukların safında. Beyoğlu’nun, insani değerlerin, kentin ve doğanın tahrip olması, hep bu hakim kültürün, iki yüzlü muhafazakâr egemen rant kafasının, yani hayata düşmanların bir eseridir ve bu durum sürdürülemezdir.
Kitabında kullanılan dil bazılarınca fazlaca edepsiz, aşırı ve “rahatsız edici” bulunabilir. Hatta ‘cinsiyetçi’ yakıştırmaları bile kitabı okurken kulağımda yankılandı. Bu tür eleştirilere karşı neler söylemek istersin?
Bu yakıştırma bana Erol Taş’ın filmlerde kötü karakterleri canlandırdığı için Anadolu köylerinde taşlanmasını anımsattı. Hayır, Erol Taş kötü biri değildi, aktör o. Kitabın içindeki edepsiz dil kullanıcıları da birer roman kahramanı. Kavramları böyle bonkörce kullanma modası doksanlı yıllarda kaldı sanıyordum. Öfkemizi gerçek düşmana yönlendirmeliyiz ve salakça, kısır tartışmalardan uzak durmalıyız. Edepsizlik, aşırılık ya da savaş, hayatın içinde var ve bununla yüzleşebilmenin yollarını aramalıyız.
Kitapta kendini ciddiye almayan; ‘kara-mizah’ olarak ele alınabilecek unsurlar çok fazla. Hayati ve politik meselelere ‘soldan bakan’ çok ince giydirmeler var. Buna rağmen milliyetçi-muhafazakâr bir polis memuru kitabın öne çıkan karakterlerinden biri. Okuyucu ister istemez bu karakterle de empati kurabiliyor. Bu da akla eski ucuz romanlardaki; Pembe Panter ve Tenten gibi çizgi serilerdeki “ahmak ama kararlı” polis memurlarını getiriyor. Gene de fazla karikatürize olmayan ‘gerçekçi’ bir karakter. “Milliyetçi-muhafazakar” bir polis memuru bu karakteri okuyunca neler hissederdi?
Tam da bugün, delikasap.org sitesindeki bir yazıdan dolayı Vatan Emniyet’te Basın Suçları Departmanı’nda polisler ile müşerref olduktan sonra bu soru manidar geldi. Doğrusu, çok tatlı çocuklardı, onlara Taksim Bahçesi okumalarını önerdim. Polislik ya da askerlik mesleğini icra edip onurunu şerefini kaybetmemiş insanların varolduğu aşikâr. Üstelik eski bir polis arkadaşımın bana aktardığını söyleyeyim; yeni nesil arasında atanamayan öğretmenden tut, mühendisine kadar, çaresizlikten teşkilata girmiş çok personel var. Eğer polis olarak atanamamış olsalar çoğu Emniyet’in başını ağrıtacak tipler. Sistemin muhafızı değil, kölesi pozisyonundalar. Sisteme olan nefretlerini büyük ölçüde bundan dolayı toplumsal olaylarda halka yönlendiriyorlar. Çünkü politik arenada onların konumunu, uğradıkları hak tecavuzunu dillendiren tek bir grup yok. Otorite tarafından vurulup, otoriteye sığınıyorlar. Mesleğe atanmasının ilk haftasında intihar eden bir sürü genç var bu yüzden. Ama bana göre simit satma seçeneği polisliğe göre daha ehvendir. Limon da satılabilir. Pelin, radikal dinciliği eleştiren bir kitaptı ve akıllı dindarlar Pelin’i çok sevdiler. Muhafazakarın akıllısının da seveceğini düşünüyorum Taksim Bahçesi’ni.
Taksim Bahçesi, üzerinden yaklaşık dört sene geçmiş Gezi Parkı direnişini arkasına alarak okuyucuyu gerçeküstü bir serüvene çıkarıyor. Kitapta Gezi ruhunu ifade eden çok güzel bir pasaj var, hatta bunu twitter’da @evrenunal adresinde de paylaşmıştım:
Kitaptaki bu bölüm favorilerimden birisi oldu. Gezideki o ‘ruhun’ evrenselliğini çok güzel izah ediyor. Ancak bu tanımlama aklıma bir soruyu daha getiriyor: O ‘parlak beyinler’ bir daha ne zaman başkaldıracak?
Ormanın derinliklerinden gelen çığlıkları işitmiyor musun? İşten atılan hocalarla dayanışmanın, kadın hareketinin özgüveninin, Hayır cephesinin güzelliğinin o Gezi ruhunun ta kendisi olduğu belli değil mi? Bence şu an, büyük bir başkaldırı dalgasının ta kendisini yaşıyoruz, içindeyiz o çemberin. Dedim ya, ya hayat düşmanları kazanacak ya da hayata meftunlar, ortası yok. Bu, çağdaş bir sınıf savaşımı aslında. Taraflar belli. Felsefi anlamda “Olmak” isteyenler ile “Sahip Olmak” isteyenler arasındaki büyük bir mücadelenin tam ortasındayız. Her iki kesim de “Biz” olabilmenin derdinde ama Fromm’un dediği gibi, “Biz olma” duygusu insanın içinde iyi haliyle ve kepaze haliyle var. Hayat düşmanları biz olma duygusunun en akıldışı biçimleriyle ortaya çıkabiliyor; işte fesli, cübbeli, tuğralı şaklabanları görüyoruz her gün. 21. Yüzyılda hilafet isteyen manyaklar bir tarafta, bir de Gezi ruhu diye somutladığım hayata sevdalılar öteki tarafta. Bu iki cephenin uzlaşması mümkün değil. Çünkü bir tarafı motive eden açgözlülük duygusu, ruhen sefalet, çürümüşlüğün zirvesi… Ötekisi ise papatya gibi kokmak, nehir gibi akmak, şarkı söylemek istiyor; uzlaşmaz çelişki işte budur. O parlak beyinler biat etmedi, etmeyecek; çünkü başkaldırının ta kendisi onlar.
Son olarak; Taksim Bahçesi, Pelin’le paralellikler taşıyan; aynı Pelin gibi bir Taksim anlatısı demiştik. Bir sonraki kitabında benzer bir motifi kullanacağını söyleyebilir miyiz? Örneğin Taksim Üçlemesi gibi… Bununla birlikte Murat Arda, kitaplarında İstanbul dışını da anlatacak mı?
Değerli dostum, fotoğrafçı Abdullah Aşçı bana bir Çukurova hikayesi yazdırmaya niyetli. Ama bir film senaryosu mu olur yoksa bir roman mı, bakacağız. Öte yandan bana açılan salakça davaları kitaplaştırmak da istiyorum. İnsanların salaklıklarından hem nefret ediyorum hem de bu salaklığı bir kitabi malzeme olarak kullanmak hoşuma gidiyor. Taksim üçlemesi, beşlemesi; oralarda hikaye bitmez, bedenen kopsam da hayaletler Taksim’den hep sesleniyor bana. Son kertede Taksim kitapları da devam edecek. Ama Pelin de Taksim Bahçesi de belki İstanbul merkezli ama ucu ta uzaklardaki cüce gezegenlere kadar uzanıyor. Saganist kitaplar bunlar, okuyucuyu kara deliklere sokup çıkarmaya teşne!
Teşekkürler…
(Murat Arda’yı twitter’dan @atlantisliadam ve Instagram’dan @atlantisliadam adreslerinden takip edebilirsiniz)