Rock Tarihinin En İyi “İkinci Perdeleri”

F. Scott Fitzgerald şöyle demiş:Hayatta ikinci perde yoktur.”

Bugüne kadar defalarca alıntılanmış ve onaylanmış olsa da, bu söz özellikle rock sahnesi için pek de geçerli olmuyor.  

Bazıları oldukça sessiz sedasız, bazıları ise oldukça gösterişli olan bu geri dönüşler, sadece müzisyenler için değil dinleyiciler için de (en az bir Rocky geri dönüşü kadar) oldukça ilham verici efsanelere dönüşüyor.

İlk olarak bu listede başlı başına “solo kariyer” yaratan bir geri dönüş olarak Ozzy Osbourne‘ün Blizzard Of Ozz albümünü ele almak gerek.

Efsanevi Black Sabbath grubundan dünya çapında ünlü bir alkolik ve uyuşturucu bağımlısı olarak çıkan Ozzy Osbourne‘den, muhtemelen kendisi bile bu kadar umutlu değildi. 1980 yılında sektörde hiç tanınmayan Randy Rhoads ile stüdyoya girdi. Sonuç olarak bu albüm, kapakta yere düşmüş şekilde duran Osbourne’ün yeniden ayağa kalkıp şu ana kadarki durdurulamaz solo kariyerini tek başına inşa etti. Randy Rhoads adlı genci ölümsüz bir ikona dönüştürürken, Crazy Train ve Mr. Crowley parçalarını ise rock tarihinin efsaneleri arasına soktu.

Sıfırdan kariyer yaratan albümler konusunda bir diğer efsane ise Back In Black albümü.

Bon Scott’ın 1980 yılındaki vefatından sonra, AC/DC elemanları kendilerine başka oluşumlarda şans arayabilirdi. Ancak bunun yerine Brian Johnson‘ı gruplarına alarak tarihte yeni bir sayfa açtılar. Bu yeni başlangıcın imzasını da cehennem çanları eşliğinde, sonradan dünyada gelmiş geçmiş en çok satan albümlerden biri haline gelen Back In Black albümüyle atacaklardı.

Benzer bir “yeni vokal, yeni soluk” hikayesi ise David Lee Roth‘un ayrılışının ardından kendisine gelmeye çalışan Van Halen‘ a ait. Sammy Hagar‘ın ilk kez vokal yaptığı, adını Eddie Van Halen‘ın amfisinden alan 5150, aynı zamanda grubun ilk kez listelerde 1 numaraya çıkan hitlerine ev sahipliği yapıyordu.

Yeni bir eleman almak yerine özlenenleri geri getirip sağlam bir geri dönüş yapanlar köşesinde ise Aerosmith var. 80’li yılların ilk yarısında Steven Tyler‘ın uyuşturucu ve alkol bağımlılıkları nedeniyle gruptan ayrılan Joe Perry ve Brad Whitford nedeniyle grup çok kan kaybetmişti. Neyse ki her geri dönüş hikayesinde olduğu gibi, bunda da bir “arınma” süreci gerçekleşti, eski dostlar gruba tekrar döndü ve 1989 tarihinde yayınlanan Pump albümü sayesinde grup sadece rock tarihinde değil, popüler kültürde de bir daha sarsılmayacak bir yer edindi. Sonrası zaten sizin de bildiğiniz 90’lı yıllarda gelen o ünlü Get A Grip ve Nine Lives albümleri…

“Arınma ve sonrasında ışığı yeni albümde bulanlar”a gelmişken Red Hot Chili Peppers‘tan bahsetmemek olmaz. Grubun en ateşli yıllarında yavaş yavaş ama sağlam adımlarla eroin bağımlılığı geliştiren ve dünyanın sayılı gitaristleri arasında gösterilmesine rağmen ısrarla kariyerini baltalamakta sakınca görmeyen John Frusciante, başarılı bir rehabilitasyon sürecinin ardından gruba geri döndüğünde ortaya kült Californiacation albümü çıktı. Aklımıza kazınan Californiacation klibi ve melodisinin üzerinden ise maalesef hali hazırda 19 yıl geçmiş durumda; bunu da belirtelim…

Bağımlılıklar sonrasında bir geri dönüş yapmak kadar zor bir şey varsa, o da başarısız bir sürecin ardından geri dönüş yapmaya çalışmak. Hele ki uzun süre boyunca hayranlarınızın sabrını zorlamışsanız…

Bu durumun en büyük örneği ise Metallica olacaktı. 90’lı yılların sona ermesiyle iyi bir geri dönüş albümü bekleyen hayranların 2003 yılında St. Anger albümü sonrasında yaşadıkları şok, bugün bile üniversitelerde ders konusu olacak nitelikte.

Neyse ki dahi prodüktör Rick Rubin’in dokunuşu ile stüdyoya giren ve 2008 tarihli Death Magnetic’i piyasaya süren grup; hayranlarının gözünde St.Anger’ın üzerine bir sünger çekebildi. Albümle birlikte thrash metal köklerine geri dönen Metallica, aslında hiçbir zaman marka değeri olarak popülerliklerinde sarsılma yaşamamıştı ancak bu geri dönüş hikayesiyle kalplerdeki yerlerini yeniden sağlamlaştırdıkları da bir gerçek.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şimdiye kadar bahsettiklerim; bazı müzikseverlere “ufak bir tökezlemenin ardından yeniden ayağa kalkma” hikayesi gibi gelebilir. Peki ya en “zorlu” geri dönüş? Buna Guns N’ Roses cevabı mı verilmeli yoksa Axl Rose mu denmeli bilmiyorum. Muhtemelen bu sorunun net cevabını çoğu Gn’R hayranı da bilmiyor.

90’lı yılları domine eden Guns N’ Roses markası, çoğu kişi için gruptan geriye sadece Axl Rose kaldığında pek de bir şey ifade etmiyordu.

Yıllarca “bu ay çıkıyor” şeklinde bir yılan hikayesine dönüşen Chinese Democracy albümü Axl Rose ve hayranlar için tutunacak bir dal olmuşken; gruptan kaçan elemanlar çoktan solo veya yeni grup projelerinde Rose’a depar atmışlardı bile.

Her şey 1994 yılından beri ortalarda görünmeyen Axl Rose’un, en azından albüm öncesi arayı ısıtmak adına 2002 yılında MTV Müzik Ödülleri’nde sahneye çıktığında daha da kötüye gitti.

Chinese Democracy albümü 14 yıl sonra çıktığında ise hem Axl Rose hem de hayranlar yeni bir sayfa açmış gibi görünüyordu. Yüksek albüm satışları, ülkemizi de kapsayan başarılı bir dünya turnesi ve hayranlar tarafından yeniden benimsenen kadro düşünüldüğünde bunun yeterince epik bir geri dönüş hikayesi olduğunu düşünüyorsunuz muhtemelen; ancak Gn’R; muhtemelen tarihinde iki kez büyük geri dönüş yaşayan tek grup olma özelliğini göstererek bu döngüyü bir kez daha kırdı. Hayranların yıllardır olmasını beklediği şey gerçekleşti. Guns N’ Roses şu sıralar yeniden birleşen “orijinal kadrosuyla çıktığı sonsuza dek sürecekmiş gibi görünen Not In This Lifetime turnesi ile pek çok müzikseverin hayatında izler bırakmaya devam ediyor. Yani kısacası artık oyunu “ölümsüz mod”da oynuyor.

Prince‘in 90’ların sonuna doğru kötü giden kariyerini 2000’lerde Musicology ile düzeltmesi, Santana‘nın Supernatural‘ı, bir başka 90’lar kaybedeni “The Boss” Bruce Springsteen‘in The Rising albümü ile kariyerini tekrar şaha kaldırması ve Neil Young‘ın uzun süre sonra insanı tekrar elektrik çarpmışa döndüren Freedom albümleri; en iyi geri dönüş albümleri listesinin diğer kazananları arasındaki yerini alıyor.

Peki en efsanevisi kim mi?

Kuşkusuz bu sorunun cevabı; efsanevi Johnny Cash’İ yeni nesle tanıtan American Recordings serisi. 1990’lı yıllarda grunge ve hip-hop’ın yükselişiyle pek çok isim gibi kendi kariyeri de yokuş aşağı giden Cash; sadece eski bir gitarla Rick Rubin prodüktörlüğünde (ki kendisi tür farketmeksizin mucizeler yaratan bir dehadır) 1994 yılında stüdyoya girdi. Her beklenmeyen ve sade sürpriz gibi bu albüm de büyük övgü aldı, Grammy kazandı ve Johnny Cash’i genç kuşakla buluşturdu. Bu dev ilginin ardından American Recordings bir seriye dönüştü; Cash, Glastonbury Festival‘e çıkıp yaş kitlesi oldukça küçük olan seyirciye hitap edebilecek kadar eski popülerliğini yeniden kazandı. Böylesine sağlam olan bu geri dönüş kesinlikle bu listenin tepesinde olmayı hak ediyor.

İşin özü, F. Scott Fitzgerald her ne demişse, bir daha geri dönüp bakması gerek. Gündelik hayatımızın bir yansıması olan müzik ve rock sahnesinde böylesine geri dönüşler her zaman ilham vermeye devam edecek gibi görünüyor. Önemli olan sanatçının, dinleyicinin hiç bir zaman iyi bir geri dönüşe arkasını dönmeyeceği gerçeğini unutmaması. Bu geri dönüşün öncekinden çok daha iyi olması şartıyla tabii…

 

Paylaş

Similar Posts

Bir yanıt yazın