HAYALETLERİN SUSKUNLUĞU

Freud ensest ilişki eğilimli, Marx, Hegel ekolünden geldiği için “fazlasıyla determinist ve ütopik”, Darwin “anti hümanist” ve Nietzsche “çelişkilerle dolu” olarak ifade edilir. Acaba öyle midir? Emre Doğulu 16. Yüzyıldan günümüze kadar egemenlerin halk kitlelerini satılmış gazeteciler aracılığıyla nasıl güttüğünün matematiğini ortaya seriyor

Bir loca, meslek, usta çırak ve sonrasında toplu üretim ve tüketim metası olarak gazetecilik / habercilik ilk kez ilkel formda ortaya çıktığı 16. Yüzyılın Venedik Tüccar Cumhuriyeti’nden bu yana icra ediliyor. O dönemin Venedik para birimlerinden bir ‘gazzetta’ya satıldığından bu yana üzerine yazılanların sahiplerinin propagandaları için, toplumları organize etmeleri adına ve adı üstünde para ile doğrudan hiç de soyut olmayan bir üretim ve dönüşüm aracı olarak kullanıldı. Aşağıda anlatılanlar hem anlatıyla doğrudan bağlantıya sahip olması ve sonrasındaki makalelerde metne dönüş yapıldığında bu noktalara referans verilecek olmaları dolayısıyla gazetecilik / haberciliğin eleştirisi bağlamında neredeyse zaruridir.

Sosyal çalışma alanları bilimselleştiğinden ve bilim, modern teknik ve metodolojiye kavuştuğundan bu yana ana akım ideoloji, üretim ve tüketim biçemi çerçevesinde bilimsel klanlar, kutuplaşmış bilimsel çevreler, tabulaşmış bilimsel teoriler de oluşmaya başladı. Bilimin doğası buydu ancak bir bütün olarak medeniyetlerin, toplumların ve birey olarak insanların gelişimi ve refahı için var olması gereken bu kişiler, sürdürülmesi gerekli alanlarını kendi toprakları yapıp, toprak üzerinde tarih boyunca var olmuş olan savaşı fikirler ve tezler üzerinden sürdürmeye başladılar. Bilim kendi sınıfını oluşturdu ve bu sınıf düşman ve rakiplerine karşı acımasızca savaşım verdi. Üretimin, birikimin ve yatırım yapılabilir olana karar verecek güç araçlarına sahip olanlara yakın olan bilim insanları zamanla “Büyük alan teorileri” çağı olarak kabul edilen 19. Yüzyılda karşı cenaha, fraksiyonlar yılları olarak kabul edilen 20. Yüzyılda ise kendi rakiplerine bir tür olarak Homo sapiens’in rakip türlerine saldırdığı gibi kuralsız, tabusuz, tüm değerler ve ilkelerde arındırılmış katıksız ve en arkaik haliyle saldırmaya başladılar. Her vahşi saldırı türevinde olduğu gibi temel güdü hayatta kalmaktı. Fikri ya da bilimsel alternatif ve muhalif üretim yok olmalıydı nitekim içlerindeki dürtü hakim olanın yok olmasıyla bir alt sınıf olarak kapitalin yanında ve arkasındakilerin de çöküş yaşayacağı anlamıyla eş değer olduğunu söylemekteydi. İnsan doğası gereği her saldırı ve yok oluş, her barış ve varoluşta olduğu gibi gerçek sebepleri örtmek ve sonucu manipüle etmek için teoriler, şartlar ve başarı öyküleri yazma konusunda oldukça maharetlidir aynen tarihi ancak kazananların yazdığı gibi bu çatışma alanı da kendi savaşını fikrin galibiyeti olarak ileri sürmesine benzer şekilde… Yakın zamana kadar “kapitalizm tarihin sonu ve kazananı” demek kadar kolaydı bu…

SONSUZ DÖNÜŞTÜRÜLEBİLİRLİK

Bu “bilimsel çevreler!” diyalektik ve eleştiri ile ilgilenmediler. Ancak ve ancak hakim olanın daha da güçlendirilmesine yönelik bir ilişki geliştirdiler. Kendi içlerinde tutarlı halde hakim olan efendinin bilimdeki feodal beyleri olmayı hep çok sevdiler. Köleler bilinçlendirilmeli, sistem için faydalı kılınmalı “büyük adam” tarih bakışına uygun halde şekillendirilmeliydi. Kitleler, yığınlar yolda ve hizada tutulmalıydı. Fikirler ana akım zorbalığı ile yola getirilmeliydi. Kavga çıkaracak her fikir kendi içinde bilimsel ana muhalefet oluşturduğunda Freud’un psikanalizi “sapıkça”, Nietzsche varoluşçuluğu “kaotik”, Darwin’in evrim teorisi “Tanrı düşmanı” Marx’ın bilimsel sosyalizmi “birikim, sistem ve mülk düşmanı”, Bakunin’in kolektivist anarşizmi “Tanrı ve devlet düşmanı” ya da Kropotkin’in anarko-komünizmi “gönüllülük ve kooperasyonun manipüle edilmesi” gibi suçlamalarla marjinalleştirildi.

Ana muhalefetin alternatif ve yıkıcı / yeniden yaratıcı kimliğini kaybetmeden kitleler üzerinde ana akım kadar etkili olması bu kez güç, üretim ve sermaye sahiplerinin kapılarının önündeki “bilimsel çevreler” tarafından bu düşüncelerin ancak özellikle de Marksizm ve sosyalizmin kendi iç diyalektiğini ve devrimsel devinimi, dönüşümü ve gelişimindeki farklılıklar, fraksiyonlaşma ve serpilmenin manipüle edilmesiyle devam etti. Radikal olanın, muhalif olanın devinim, evrim, gelişme ve medeniyetin tüm alanlarına ilişkin teorem üretebilme gücünün kabulü sermayeye ve statükoya sahip olanlar tarafından başlangıçta her zaman imkansız olmuştur. Savaşın şiddetlendiğini görenler bu kez Prusyalı General von Clausewitz’in savaşı sermayenin sahipleri için dönüştürmesine benzer şekilde ya da Avusturyalı aristokrat von Metternich’in gücün kontörlünün asli unsurlarından silah ile devrime karşı statükonun korunmasını sağlama amaçlı Avrupa federasyonunu sağlama sistemine benzer şekilde “denge”, “birliktelikler sistemi”, “eskinin idealize ve romantize edilmesi” ve gücün tüm araçlarının yegane gaye doğrultusunda dinamik hale getirilmesi gibi kılıflar bulunmaya başlayarak benim statükonun argümanlaştırılması dediğim bir yönteme başvurdular. Sermayenin ve gücün tiranlarının ve dolayısıyla sahiplerinin tüm tarih boyunca en iyi yaptıkları şey meydan okumalar karşısında insan türünün en güçlü doğasını kullanmalarıydı. Adaptasyon! Gerçek özgür bilince kavuşmaya başlayan kitleler karşısında sermayenin sahibinin mücadelesinde mutlaka belirgin safhalar bulunmaktadır. Aslında bu sınıf fark etmeksizin insan doğasında bulunan bilişsel mücadele ve korunma yöntemleridir desek daha doğru olur. Düşman fikirlere eldeki tüm güç araçlarıyla saldırma ve ardı ardına gelen sonuçsuzluk ile tiranlara karşı kitlelerin giderek daha da keskin hale gelmesi. Bu durumda ön yargılar, stereotipler oluşturulur ve “bilimsel çevreler” ile gücün sahibine, gerçek içerik kesinlikle kavranamadığı için iç çelişki olarak görünen nitelik ve nicelikten bütünüyle yoksun fikri iç çatışmalar bulunmaya çalışılır. Bu safhada Freud ensest ilişki eğilimli, Marx, Hegel ekolünden geldiği için “fazlasıyla determinist ve ütopik”, Darwin “anti hümanist” ve Nietzsche “çelişkilerle dolu” olarak ifade edilir. Bu noktada toplum hali hazırda muhalif fikirlerle değişmeye başlamıştır dolayısıyla sermaye odakları ve hizmetkarları eski rejimin argümanları ile değil yeni koşullara uygun üretilmiş önerimlerle karşı çıkmaya çalışırlar. İnsanın, iktisadın, toplumların, bilincin, varoluşun ya da tarihin ontolojik sorgulamasını çok güçlü yapan muhalif fikirler kitlelerde yayılmaya devam ettikçe ve bilim olarak kabul edilip “bilimsel çevreleri” ardı ardına zelzeleye uğrattığında malum çevreler bu kez de kabul edip meşru karşı alan haline gelmiş olan bu bilimsel tezler üzerinden karşı tezler geliştirmeye başlarlar ancak o savaş “hakim akademik çevrelerde” o an itibarıyla çoktan kaybedilmiştir nitekim meşru entelektüel, akademik üretim ve düşün alanı artık marjinal olandır ve eleştiri yapabilmek için bile o alan üzerinde kalmak gerekliliği bu bilimsel çevreleri deliye çevirmektedir. Ülkemizde “bilgili” “çok bilgin” olarak lanse edilenlerin, Hegel için “aptal”, Marksizm için “saçmalık” Rus Devrimi için “tarihin yüz karası” ya da Lenin için “bilinçsiz” ve Freud için “bin kere yanlış yapan adam” demelerinin sebebi budur. Liberalizmi güç odaklarının entelektüel cennetine çevirmeye çalışanların diyecek bir şeyi kalmadığı için yine diyalektik mantık üzerinden karşı söylemler, bilgi yoksunluğu dolayısıyla literatür ifade ya da terminolojik kullanım olmadan “bizler”, “onlar” diyerek tarihi anlatmak gibi millet kıraathanelerinde hoş karşılanacak bir tutum içerisine girerler. Daha yapısal düşünenleri ise (Fukuyama, Paul Kennedy, Kissinger, Haig ya da Huntington vs…) tüm dünyaya hali hazırda yeterince rezil olmuş durumdadırlar. Bu büyük entelektüel ve bilimsel farklılık için bir örnek vermek amacıyla Peterson–Žižek tartışması izlenebilir. Bu tartışma binlercesinin içinde sermaye sahiplerinin entelijansiyasının ana muhalif çevre karşısında hiçbir şansının olmadığının açık göstergesi niteliğindedir.

YAPISÖKÜM

Entelektüel mücadelenin son safhasında Freud düşünceleri ana akımın reklam dünyasının arka planını oluşturmaya başlar ancak sığ ve popüler kılınır ve Freud’un adı bile geçirilmez. Nietzsche’nin fikirleri önce faşistler sonrasında ise sermayenin küresel sahipleri tarafından özgürlüğün sınırsızlığı ve yaratıcılığın “kutsanması” adına ontolojik yapısından sıyrılarak post-modern estetiğe çevrilir, Anarşizm özellikle müzikte ve edebiyatta kar elde edilebilir metaya dönüştürülerek “sınırları çizilmiş asi” portresiyle içi boşaltılır, Darwin’in düşüncesi “ulusal kilisenin kutsanmış aristokrasisinin” “ayrıcalıklı kanı” altında “Kraliyet Akademisi” bünyesinde korunmaya alınır. Tüm bunlar olurken Frankfurt Okulu’nun ardı ardına gelen güçlü kalemleri tarafından hep vurgulandığı gibi düşman, sisteme uygun, uydurulmuş, sınırları ve içeriği sistem içindeki varlığıyla yeniden üretilmiş ve yorumlanmış haliyle karşımızda durur. Evet, tüm güçlü fikirler bağımsız ve orijinal haliyle halen ortalıktadır ve halen bilimde, toplumda hızla yayılmaya devam etmektedir ancak o “bilinmezlerin dünyasındadır” bilinir ve gözle görülür olanda yalnızca “hayalet” vardır.

TEOLOJİK DENEYİM PRATİĞİ

İnsan topluluklarının bu kadar maharetli bir şekilde düşmanı, alternatifi ve meydan okuyan şeyleri sonsuzca dönüştürebilmesinin ardında ise antropoloji ve arkeolojinin ispatladığı üzere Sümerlerin ve Babillerin ilkel düşüncelerin geleneğinden esinlenerek korkuyla yarattıkları en büyük otorite ve çekince teması vardır. Tarih boyunca hakim sınıfların en büyük meşru alanı olan, güç sahiplerinin sermaye birikimlerinin sürekli büyümesini sağlayan en büyük pelerin. Emeğin somut üretiminin üzerindeki tüm hakları elinde tutanları soyut varlığı üzerinde Alaaddin’in sihirli halısı gibi üzerinde taşıyıp “cennetin krallığına” uçuran büyük olumlayıcı: din! Unutulmamalıdır ki din insan beyninde bu alanın boşluğu olduğu için değil, son buzul çağının ardından gezegende yaşanan büyük doğa olaylarının yarattığı korkunun sebebinin anlaşılamaması dolayısıyla ya da kendini gerçekleştiren kehanet olarak öylece “varlığı var edenin arzusuyla” değil, sömürünün yarattığı korkunç sefaletin en büyük susturucusu olduğu için vardır. Merhamet, vadedilmiş topraklar ve kölenin ancak hayal edebileceği şeyleri bulutların üzerinde gerçekleşeceğine olan umudu ile yoğrulan bu olgunun şefkat ile susturduğu, yaşattığı topluluklar kan dolu ağzıdan çıkan “Deus vult” (Tanrı böyle istiyor) sözüyle asileri susturması, sermayenin büyümesi için gerçekleştirilen savaşlarda gücün sahipleri adına konuşması, doğan bebeğin kutsanarak doğuşun anlamının birlikteliğine katılması, kutsal anne figürü ile kadının yerinin belirlenmesi, kutsal kral statüsü ile tüm bu sorgulanamaz meşruiyetin güç odağının eline verilmesi de hep bundandır. Orta Çağ’ın bilişsel kuraklığında karanlıkçılığın zirveye çıkmasına sebebiyet veren bu düzenin devrimler karşısında yok olmadığını ve yukarıda anlatıldığı üzere “asırların sadık koruyucusu”, “ulusların geleneği” kisvesiyle sistemlerin hakimlerinin onları “dengeleyerek” yasalar içerisine soyut güçlerle dönüştürülürmüş olarak gizlediklerini de vurgulamak gerekir. Dinlerin de sosyolojik bir evrimi vardır ve birbirleriyle sürekli mücadele ederlerken tarih boyunca giderek birbirlerine de benzemişlerdir. Düşman sonunda hakim olana benzetilir ya da sonunda kabullenilerek hakim olanın kültürünün anlamlandırdığı şekliyle yeniden yorumlanır ve bütünüyle sermaye ve güç sahipleriyle sistemlerini kutsal kılmak için kullanılır. Roma’nın sayıları her yerde giderek kalabalıklaşan, fanatik şiddet eylemlerine başvuran, karşı şiddetle de yola gelmeyen Hristiyanlığa geçmesi ve Augustus ve Sezarların imparatorluk dağılmadan önce aynı zamanda kilisenin de başı olması, ya da Büyük Konstantin’de olduğu üzere “isapostolos” (Azize eş değer) ve Kutsal Roma Germen İmparatorluk geleneğiyle birlikte doğrudan “aziz” ilan edilebilmeleri de işte bu gergef hale gelmesinin örneğidir. Böylece bir zamanların düşmanı olan bir karşı yaşam düşüncesi artık Senātus Populusque Rōmānus’daki (Roma Senatosu ve Halkı – SPQR) populus’ün mevcut işleyen sistemde o sistemin sahiplerinin işine gelir şekilde yorumlanmış halidir artık. Dolayısıyla karşı fikir populus’ün popüler kendini anlamlandırma, yaşamını üzerine kurma alanı ve tüm hayatını çevreleyen sınırlarıdır. Egemen sınıflar bu döngüyü din zırhı altında yüzyıllar içerisinde o kadar çok kullanmışlardır ki aydınlanma ve devrimler çağlarına gelindiğinde bu teolojik deneyim pratiğini tüm alternatifleri, muhalifleri, reformistleri “sisteme adapte edebilme” kabiliyetine çevirmeye başlamışlardır.

Biri hariç: Komünizm. Sistemin tüm tarih boyunca en güçlü politik, ekonomik ve diyalektik eleştirisini ortaya koyabildiği içindir ki bahsi geçen yetenek komünizmde işlememiştir.

SINIF VE KAMU BİLİNCİNDEN YOKSUN HABERCİLİK

Sermaye, emek, para ve mülk hakimiyetinde olanların tüm üretim ilişkisinin devamını sağlayabilmek için kuşandığı ideolojik silahların ve bu silahlar için aygıtların ve şeylerin tornasından geçirilen her bireyin kendi içinde öfkeyle oluşturdukları sınıfsal savaşım bireylerinin tarih boyunca kullandıkları kılıçların ve kalkanların o silahların kullanıldığı tarihin belirli dönemleri içinde “ana akım” olduklarını da yukarıdaki çerçeve içerisinde unutmamak gerekir. Popüler kültürün dahil olduğu tüm toplumsal sistemler için gerçekleştirilen üretim ana akım metası olduğu için çoğu zaman bu metanın yapısı, değeri ve kendini gerçekleştirmesi bütünselliği içinde olağanüstü tutarsızlıklar ve yanlışlıklar taşımaktadır. Üst yapısında kurduğu değerler manifestosu alt yapısında ise üretimine yabancılaşmış ve üretiminin öz sansürüne dönüşmüş edimsel koşullandırılmış lümpen sözde emekçiler olarak gazetecilerin durumunu anlatmak için bu uzun girizgahı yapmak gerekliydi. Yukarıda anlatılanlara ilerdeki yazılarımızda geri döneceğiz. Ana akım gazetecilik ve habercilik tüm tarihiyle efendi-köle ilişkisinin “hakim akademik çevreler”de olduğu gibi yalnızca ve yalnızca sermaye sahiplerinin sesi ve çıkarı olabilecek şekilde dizayn edilmiş ve “özgürlükleri” bu çerçeve içinde sınırlandırılmış haliyle özeti gibidir. Günümüz dünyasında daha da fazla neredeyse militarist bir disiplinle üretilen içeriklerin yaratıldığı ve manifesto olarak belirtilen tüm “köleliğin özgürlüğü” maddelerinin rüzgarda uçuşan sonbahar yaprakları gibi sağa sola savrulduğu bu mesleğin en büyük problemi de çalışanlarının sınıf bilincinden ve dahi işleyiş iskeleti dolayısıyla “ana akım” gazeteciliğin asla sahip olmadığı kamusal bilinçten bile yoksun olmalarıdır. Bir sonraki yazımızda gazeteciliğin doğasına karşı yazılmış önemli bazı muhalif düşünceleri ele alacağız. Sonrasında mesleğin soyut ve somut sefaletini Türkiye özelinde irdeleyeceğiz. Son yazımız ise meslekteki bazı antagonist çelişkilerin irdelenmesi şeklinde olacaktır.

Paylaş

Önerilen Haberler

Bir yanıt yazın