TÜCCAR DERGİCİ OLAN “HERİF” PRENS İÇİN İBRET VE ÖĞÜTLER
İnsanlık Lascaux, Chauvet ve Altamira mağaralarında imgeleri ve ilk sanatı üretirken onlar bu mağaraların içindekileri öldürmeye çalışanlardı. Farklı insan türleri Avrupa’nın, Avrasya’nın ve Balkan coğrafyasında farklılıklarına karşın bir arada yaşama ve üreme deneyimi elde ederken onlar “kendilerinden olmayan” tüm Homo türlerini ortadan kaldıranlardı. Güneş’in Doğu’dan Batı’ya yükselişi gibi bir rota izleyen, Orta Doğu’dan başlayan çizgilerinin Mezopotomya’da zirvesine vardığı Bereketli Hilal bölgesinde ilk şehirler yapılırken onlar bu evleri soyup içindekileri öldürenlerdi, hayvanlar evcilleştirilirken o hayvanları başak tarlalarından kaçıranlar, mercanlar, deniz kabukları ya da obsidyen volkanik taşlarla üretim yapan kumaşı bulan, boyayı bulanların ürünlerini çalıp hazıra konanlardı.
İlk tapınaklar inşa edildiğinde ise bir duvarla karşılaştılar. Giderek kalabalıklaşan Neolitik gruplar Harran’da bir araya geldiklerinde onlar kavga edemezlerdi, çalıp çırpamazlardı ancak cani düşünceleri, katil içgüdülerini zapt etmekte zorlanıyorlardı. Yüzlerce hayvan şenlikler içinde kesiliyor, kıymetli ürünler sergileniyor ve adanıyordu. Hepsi Tanrılara şükran içindi ve tüm güruhu yalnızca “bilenler” yönetiyordu. Din, bu korku olgusunu sahiplenen hikayeciler, olguyu sahiplenenlerin zenginliği ve gücüyle birlikte doğuyordu.
Fırsatı vahşi sezileriyle koklayan katiller ve hırsızlar sürüsü de Tarım Çağı’nın yönlendirici büyük dinamiklerinden birisine tutunup yapışmakta geç kalmadı. Hırsızlığı Tanrılar adına çoğalttılar katliamlarını da Tanrıların adına yapar oldular. Bazı hırsızlar ve katiller artık klan, kabile şefleri olmuşlardı. Asır asır anlatmaya lüzum yok o zamandan bu yana değişen çok az şey var.
İlk döneklik buydu. Güç Tanrılardaysa onların adına bağıranlar bu “heriflerdi.” Güç Laik Krallara geçtiğinde dalkavuklar bu “heriflerdi.” Güç devletlere, kapital sınıfa, jüristokrasiye, teokrasiye, Junta’ya geçtiğinde onlar için meşru alanlar yarattılar, onların sesi, eli, silahı, söylemi, ideolojik savaşçısı oldular. Hep sonradan bindiler hareketlere, trenlere… En marjinal önlemleri onlar aldılar. Öyle ki manipülatif, provokatif ve fraksiyonist girişimler karşısında en uyanık olan sosyalist ve komünist rejimlerde dahi Sergei Neçayev ya da Aleksandr Kerenskiy gibi güç aşıklarını içlerinden çıkardılar.
Ahlak olgusu üzerine estetik, antropolojik uzun uzadıya yazılmış müthiş kitaplar var. Kinikler, Stoacılardan, Nietzsche’ye, Eco’ya, Foucault’a kadar. Yapısal eleştirisine girmeden ibretini i’lam edelim ki halk huzur ü hab ola!
Dünya tarihinin kırıldığı anlardan birisindeyiz. 1789 Fransız İhtilali… Mutlak monarşilerin sonunun başlangıcında ve Avrupa’nın, Roma’nın ilk imparatoru Augustus’tan bu yana unuttuğu Cumhuriyet değerlerinin yeniden doğumuna şahitlik edildiği zamanlar. İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ile insanlığın ileriye dev bir adım attığı umutlu, romantik ve heyecanlı yıllar.
Bir rahip düşünün ki (Unutmayalım vahşiler kalabalıkla kavga etmeyi rahiplik ile öğrendiler demiştik) çıkarı görüp radikal devrimci bir cumhuriyetçi olup sırf göze girebilmek için şeytani zekasıyla ilk sosyalist bildiri denilebilecek bir belgeye imza atıp (devrimci savaş hükümleri) Lyon’da aralarında çoğu din adamının da olduğu 1.600’dan fazla insanın ölüm cezasını vermiş olsun. Radikal Cumhuriyetçi devrim denildiğinde o dönem akla ilk gelen isim olan Robespierre’i rakibi görüp devrim liderini giyotine yollamış olsun.
Kralın idamını onaylayan Napolyon kendisini İmparator ilan ettiğinde ise tüm o radikal değerleri elinin tersiyle itip hizmetini sunmak için yanına ilk koşan da oydu. Paris’in tüm iç güvenliği ve istihbaratı ona verildi o da tüm rakiplerini yok etmekle kalmadı, suiistimal ettiği güçle Napolyon ailesinin tüm acayip işlerinin de kaydını tutup sopasını her an çekmecesinden çıkarabileceği izlenimi verdi. Öyle ki Napolyon’un kendi ülkesinde tek çekindiği “herif” haline geldi.
Devrimin süreçlerinde sırasıyla önce monarşist sonra jironden ve devamında jakoben; Thermidor’cu; Direktuvar’cı ve Napolyoncu olan bir adamdan bahsediyoruz. İçine sızdığı her kesimin altını oyup yüzüstü bıraktığı için sonunda yalnız kalan bu adam, bir zamanların azılı Cumhuriyetçi devrimcisi kendi eliyle XVIII. Louis’i tahta taşıyan isimlerin başında geldi.
Ve sonunda kendisini ilk gösterdiği yer olan, ihaneti ve sinsiliğinin ilk mihenk taşı olan Kral’ın katili ilan edilip sürgüne gönderildi. İşe yaramaz, istenmeyen ve unutulmuş bir adam olarak ülkesinden uzakta sönüp gitti.
Joseph Fouché’ydi o adamın adı… Sürekli sızma, sızılan grup ve cenahlara sürekli ihanet, arkada kalanlar hakkında manipülasyon ve fırsat ele geçerse öldürmeye odaklanmış provokasyon, çıkarlar için hiçbir ilke, grup ya da şahsa bağlı kalmadan olabildiğince etrafı sömürme isteği… Stefan Zweig pek güzel anlatır bu yıkıcılığı sanat haline getiren “herifi”…
Bir başka “Herif” daha var. Burada, Türkiye’de… Şimdilerde belki de tüm zamanların en naif, en güzide bir spor kulübünün yayın organında yarattığı Orta Dünya kaosunun suçlarını emekçilere atan bir tüccar dergici. O da bir başka din adamı ve grubunun içinde meslek hayatına atıldı. Sızdığı yerleri yıktı, yaktı, sattı ve bir sonraki adıma baktı. Başına getirildiği bir dergiyi kapattı ve bununla övündü. Elbette Fouché’nin muazzam şeytani zekasından yoksun ve elbette şark üç kağıtçılığıyla arkaik yıkıcılığını sanata! çevirme becerisinden de yoksun. Tek yaptığı emekçilere “Herif”, “Herifin tek derdi işten çıkarılmış olmak”, “zevat” demek.
Bu “herif” Fouché’ye ibret olarak bakmalıdır. İyi bak ama! Fouché gibi tarihin gördüğü en şeytani akıllardan birisi, en oportünist ve ilkesizlerden birisi bile sonunda yalnız kalıp ektiklerini biçti. O korkunç akıl bile başa çıkamadı sen bu halinle yolun yarısına gelmeden tükenir gidersin. Biraz Makyavelist davranıp bu “prense” bazı önerilerde bulunalım:
Prens demagoji yaparken kıraathane ağzını bırakmalıdır!
Prens ilkesi ve değerleri olduğunu iddia ettiği varlıkları överken bu varlıkları nasıl yok ettiğini anlatacak kadar ironik davranmamalıdır!
Prens emekçilerin, ülke şartlarında gönlünü koyarak canla başla çalıştıkları kurumlara pozitif kültürel değer katanların arkasından maddi bir meta gibi konuşmamalıdır nitekim unutmamalıdır ki merdivenden çıkarken karşılaştığın insanlara iyi davranmalısın. Paldır küldür inerken karşılaşabilirsin.
Prens sızdığı hiziplerin, grupların içindekileri kendisinin ait olduğu diğer gruplara kaydırmaya çalışmamalıdır. Fouché bile bu kadar düşüncesizce bir girişimde bulunmadı.
Prens toplumda hakkında oluşan en ufak bir kötülemeyi bile ciddiye almalıdır. Kiminle bağlantılı olduğu, kimlerle kanka olduğu ortaya çıkarsa ölçülü manipülasyon yapmalıdır. Nitekim birike birike sonunda Kral olamadan pozisyonunu da kaybeder gider.
Prens için son öğüt: “Si vis pacem, para bellum!” Çünkü prens gibilerin dünyası böyle işler. Hazır değilse ya hiç başlamamalı ya da teslim olmalıdır!
N. M.