Warrel Dane, Chuck Schuldiner, Nietzsche, Death ve Savrulma

Yaşamı algılamak, bu algılamaların üzerine tefekkür ve tasavvur etmek benlikten kopan sanatsal bir sergileme sürecidir. Kiminin yaratıcı, özgün bir üslupla dillendirdiği, kiminin ise sıradan ve etkisizleştirilmiş sallanan bir yöntemle sergilediği her bu algılayış patikası sonunda evrene sızmış sessizlik ya da seslere dönüşürler. Fakat, John Cage’in dillendirdiği gibi, sokağın sesi ya da kaosun ansızın kesilerek sessizliğe yol vermesi de birer müziktir.
Kısaca, hayat dillendirmediğinizde de müziktir. Sergilenmeye çalışılan her ne ise, tefekkür ve tasavvurun ötesinde değil sınırları dahilinde birer şarkıdır. Yaşam ile müziğin bu iç içeliği üzerine fütursuzca yazgılanmış kelimelerin tek bir amacı vardır ki, o da yaşamı algılamanın en üst noktası olan müziği kapsamak gibi iddiali bir işe girişmek.

Schopenhauer, müziği evrensel dil mertebesine ulaştırdığında, Nietzsche kendi kılıcını şöyle savurur bizlere -cenneti kılıcının gölgesidir O’nun- ; insanoğlu sanatla bu yaşamı anlamaya ya da anlamamışlığını kendi yüzüne vurmaya giriştiğinde, bir şiirin ya da duvarda sessizce asılı duran tablolardan değil kulağına çınlayan müzikle ağlar, güler ya da haykırır. Çünkü, müzik sanatların en üst mertebesidir. Dioynisos ayinlerinde esrik bir halde katharsisin en üst noktasında dans eden insanların, müzik ve şaraptan başka bir şeyleri yoktur. Burada, Adorno bizlere kızar katharsis konusunda. Müzik bir boşalmanın ya da rakı yanında meze olarak tüketilmenin sunuşu olamaz. Tersine o kendi başına bir ifade şekli ve algılama hadisesidir. Bu konuda katılıyorum kendisine fakat aynı zamanda kutsallığını yitirmiş tüm evrenin affına sığınarak, yaşamın tam ortasında kulağımda patlayan Death’in ellerimde uyandırdığı titremeyi ya da penceremden dışarı bakarken tüm “sıradanlıkların” en üstünde olduğumu hissettirmesinden de vazgeçmek niyetinde değilim.

Uzun zamandır bu sitede kendimce müziği nasıl algıladığımı göstermeye çalışıyorum. Müzikal çalışmalarının üzerine karaladığım üç beş kelime bu algıların sergilenmesinden başka bir şey değil. Çünkü buradaki meramım, dinleme eyleminin doğrudan ve etkin bir şekilde ciddiye alınmasından öte değil. Nietzsche de işte bu ciddiye alma eylemini, Apollon’un matematiksel ve akılcı şekilciğinden Dioynisos’un ruhsal savrukluğuna doğru giden çizgide tanımlıyor. Esrikleşmek de ciddiye alınması gereken bir durumdur aynı akıl ışığında çizilen ruhların tüm karanlık parçaları gibi. Death Metal dinlerken kulağınıza çarpan aslında işte bu ciddiye alınmış akılcılığın fakat üzerine serpilmiş sarhoşlukların ezgileridir. Kusursuzluk mertebesinde çalınmaya çalışılan gitarların, davulların ya da insandan uzak fakat insana dair vokallerin özgünlüklerini yitirmeden bütünleştiği bu müziğin üzerine düşünmeden dinleme eylemine girişmek haksızlıkların en büyüğüdür. Etkinleştirilmemiş bir dinleme eylemi, yaşamın ortasında öylesine salınmaktan farklı değildir. Sorgulanması gereken sadece müziğin değil hatta bu dinleme eyleminin kendisinden doğru “kendimiz” olduğunu akıldan çıkartmak sonunda telaffisi imkansız boşluklara sürükler bizleri.

Bu yazıyı yazarken, usta işi Death “Symbolic” kulaklıklarımdan içime giriyor. Tek bir hamleyle kulaklıkları çıkartıp attığımda kelimelerinin seçilişinden dizilişine doğru bambaşka bir süreç başlar. Ezgilerin sıradışılığı, Chuck’ın gidişi, death metal’in gücü, dışarıda yağan yağmur, Kuzey rüzgarı, sigaramın içimde gezmesi… Kısaca sözcüklerin ard arda sıralanması bu iki küçük kulaklığın içimde uyandırdıklarından öte değil. Eğer şimdi Chuck yerine başka bir şey dinlersem emin olun çıkacak her bir sözcük bu yazılanların gölgeleri olur -her güneş açısında uzalan ya da kısalan-

Sizleri, etkin dinleme eylemine davet ediyorum… Sizleri dinlediğiniz her bir şarkının içine düşmeye çağırıyorum… Düşünce ve hayalgücünüzü seslendirmenizi, sesleri sesinize katmanızı salık veriyorum…

Editörün notu: Yazının orijinali Nietzsche, Death ve Savrulma başlığıyla daha önce Delikasap’ta yayımlanmıştır.
Paylaş

Önerilen Haberler

Bir yanıt yazın