“WIND OF CIA” – CIA ROCK MÜZİĞİ NASIL KULLANDI VE GRAMSCİ’NİN “KÜLTÜR HEGEMONYASI” TEZİ KARANLIĞI NASIL AYDINLATIYOR?
Scorpions’dan Bruce Springsteen’e, Metallica’dan Megadeth’e… Popüler kültür tarihinde CIA ve ordunun Rock müziği bir kültür ya da işkence silahı haline getirdiği dönemler yaşandı. Dünya tarihi ABD ile SSCB arasında perde arkasından yürütülen dev bir kültür savaşına da tanıklık etti. Marksist gazeteci Antonio Gramsci ise bu olaylar vuku bulmadan çok önce eninde sonunda gerçekleşeceği konusunda insanlığı uyardı! Batı ile Doğu arasında yaşanan müzik ve kültür savaşının açıklaması niteliğindeki “kültür hegemonyası” ve “tarihsel bloklar” tezleri günümüzde “evrensel dominant kültüre” evrilmiş durumda. Cezaevinden geleceğe bakan Gramsci bunu da öngörerek bizleri anarşist bir farkındalık geliştirmeye davet ediyor
Rock müziği istihbarat örgütleri mi yarattı? Rock karşı-kültürün küresel tarihini ele alan tüm objektif araştırmalar ve kitaplar bu soruya şüpheye yer bırakmaksızın “elbete hayır” cevabını verecektir. Peki, söz konusu örgütlerin belirli süreçlerde Rock müziğe dadandıkları, müdahale ettikleri, destekledikleri, büyümesine yardımcı oldukları hatta şarkı sözlerine bile karıştıkları ya da iddia edildiği üzere yazdıkları dönemler olmuş mudur? “Kesinlikle evet!” Bir önceki yazımızda (“La Nostra Musica” – “Bizim Müziğimiz”) FBI ve Amerikan mafyasının Rock müziğe müdahalelerine değinmiştik. ABD Merkezi Haberalma Teşkilatı – CIA’in bu karşı-kültür içinde etkin olduğunu da ifade ettiğimiz makalemizin ardından, araştırmacı gazetecilik faaliyetimizin fikri takibi olarak bu konuya da değinmemizin zamanı geldi. CIA özellikle de Soğuk Savaş döneminde Rock müziği zaman zaman bir kültür savaşımı unsuru olarak kullandı. SSCB de kendi propagandasını karşı kültür meydan okuması olarak periferisinde yaymaya çalıştı. Edebiyat, resim, müzik, sahne sanatları gibi kültürün ana unsurları nasıl oldu da bir silaha dönüşebildi? Aslında insanlık tarihi boyunca bu bir gerçeklik olarak gözlerimizin önünde hep durmakta. İtalyan Marksist düşünür, eleştirmen ve gazeteci Antonio Francesco Gramsci sanat ve kültür tarihi algısını alt üst eden o ünlü iki teziyle bu gerçeği uzun yıllar önce gördü. “Kültür hegemonyası” ve “tarihsel bloklar” tezleri bize bu gerçeğin meydan okunmadığı sürece devam edeceğini de hatırlatmakta.

CIA’İN “DEĞİŞİM RÜZGARI”
Böylesine sarsıcı bir konu olur da gazeteciler hiç boş durur mu? Mesleğin doğasına aykırı! Biz en büyük iddia ile başlayalım… İngiliz The Guardian gazetesinden Ed Vulliamy ile ABD merkezli New Yorker yayın organından Pat Radden Keefe’nin araştırmacı gazetecilik derlemesine göre Başta Alman Rock grubu Scorpions’ın 1991 tarihli “Wind of Change” parçası olmak üzere küresel hit haline gelen hatırı sayılır sayıda “özgürlük temalı” Rock parçası ya CIA tarafından yaratıldı ya da desteklendi. 1988 yılında Doğu Berlin’de sahne alan Bruce Springsteen’ın ünlü konserinin organize edilmesi de buna dahil! 1980 ve 1990’larda zirvede olan çok sayıda yapımcı, menajer ve müzisyenle gerçekleştirilen röportajlara dayanan haber dizisi özünde bilinen bir gerçeği de yeniden gözler önüne sermekte. ABD merkezli Batı bloğu ile Sovyetler Birliği (SSCB) merkezli Doğu bloğu arasında yaşanan ve 1991 yılında Sovyetler’in yıkılmasıyla sonuçlanan Soğuk Savaş döneminde CIA’in müziği, film endüstrisini, edebiyat ve sanat dünyasını sıklıkla SSCB’ye ya da NATO’ya karşı oluşturulan askeri Varşova Paktı üyesi ülkelere karşı, özellikle de gençlerin liberalleşmesi için sıklıkla kullandığı, desteklediği ve dünyaya yaydığı dönemler oldu.

CIA SANAT AKIMINI BESLEDİ
Örneğin küresel gazetecilik alanında bağımsız araştırmalarıyla ön planda olan İngiliz The Independent Gazetesi’nin büyük ses getiren araştırmasına göre ABD’de ortaya çıkan “Amerikan Soyut Dışavurumculuk” akımı ve Jackson Pollock, RobertMotherwell, Williem de Kooning ya da Mark Rothko gibi sanatçılar 20 yıldan fazla bir süre CIA tarafından kullanıldılar. Amerikan modern sanat akımlarının bütünü de CIA tarafından aynı çerçevede desteklendi. 1950 yılında CIA’ye bağlı Uluslararası Organizasyonlar Bölümü’nün (International OrganisationsDivision – IOD) kurulmasıyla birlikte CIA müzik ve sanatın doğrudan kalbine ve ruhuna sızdı.
KANITI KAMUYA AÇIK
CIA, kültür-sanat aktivitelerini ise temelde 1950 yılında Batı Berlin’de kurduğu Kültürel Özgürlük Kongresi adlı vakıf sayesinde maskeledi. Komünizm karşıtı bir vakıf olarak kurulan ve zamanla 35 ülkede ofis açan STK’ya hizmet edenler arasında ne yazık ki Karl Jaspers ve Bertrand Russell gibi filozoflar da bulunmakta. Açıkçası felsefesine büyük saygı duyduğum, zaman zaman farklı mecmualarda kritiğine ve analizlerine girdiğim Jaspers’in bu politik faaliyetini yıllar önce ilk öğrendiğimde şok geçirdiğimi de itiraf etmeliyim. Batı bloğunda SSCB’ye karşı “poster oğlanına” dönüşen kültür insanı Nicolas Nabokov ve şaşırtmayacak şekilde George Orwell da organizasyonun yönetim kurulunda bir dönem yer aldılar. Vakfın hedef aldığı olağanüstü entelektüeller arasında ise “Latin Amerika ruhunun ozanı”, şair Pablo Neruda, modern varoluşçuluğun yaratıcı filozofları Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir ve Albert Camus gibi isimler yer almakta. Vakfın tüm gizli karanlık işleri ise New York Times’ın 1966 yılında yayımlanan yazı dizisi sayesinde kamuda bilinir hale geldi. Vakıf 4 kez isim değiştirdi ve 1991 yılında Avrupa Karşılıklı Entelektüel Yardım Fonu (FEIE) adını aldı. Vakfın yöneticileri aynı yıl ayrıca dünyayı karıştırmada üstüne olmayan milyarder girişimci George Soros’un Açık Toplum Enstitüsü ile Fransa’da birleşme kararı aldılar. Bu girişimin desteklediği yayın organları arasında bir dergi ise özellikle dikkat çekmekte. Rolling Stone Rock mecmuası! Bu hükümet bağlantılı vakfın yarattığı ya da desteklediği 800’den fazla yayın organının bulunduğu da zaman içinde gözler önüne serildi.
Ve her şeyi başlatan o gün! Dünyanın en köklü Rock dergisi Rolling Stone’un yayım hayatına başladığı yıl CIA de bir rapor hazırladı. 25 Nisan 1969 tarihli raporda Rock dünyasının nasıl olup da bu kadar çok sayıda genci kendisine çekebildiği sorgulanmaktaydı. Mecmuanın kurucusu olan asi genç Jann Simon Wenner ile yapılan görüşmenin de yer aldığı rapor CIA’in “Rock müziğin içine sızmalıyız” planını ilk kez masaya yatırdığı belge olarak da günümüzde CIA’in kendi sitesinden erişilebilir halde.

LARS İLE DAVE’İ SARAN KORKU DAĞI
1970’lerin sonunda gazeteci Richard Elman’ın “The Aesthetics of the CIA” (CIA’in Estetiği) adlı çalışmasında teşkilatın eski Karşı İstihbarat Bölüm Şefi James Jesus Angleton tarafından “Batı kültürüne olan ilginin yayılması için” Rock müziğin tüm dünyada nasıl kullanılabileceğine ilişkin stratejiler belirlendiği ortaya çıkarıldı. Her ne kadar Amerikan kültür ve müzik yazarları ile gazetecileri her yıl CIA’in Langley–Virginia’daki merkezine dilekçe verip (Anayasal haklarına dayanarak) kayıtların açık hale getirilmesini talep etseler de müzik firmaları ve müzik gruplarının menajerleri karşı yönde tasarrufta bulunarak tüm resmi evrakları halen gizli halde tutuyorlar. Bu kayıtların günümüze kadar uzandığı da bilinmekte. Son 4 yıl içerisinde hukuk firmaları tarafından adına karşı resmi dilekçe verilenler arasında Dave Mustaine ve Lars Ulrich gibi karaktersizlikleriyle bizleri hiçbir zaman şaşırtmayan isimler de bulunuyor.

PUNK’IN RUHUNA SALDIRDILAR
Küresel Rock dünyasındaki tüm gizli kapaklı ve tecimsel işleri araştıran The Hard Times yayın organının 14 Ağustos 2019 tarihinde eski bir CIA ajanıyla yaptığı röportaj ise bu anlamda oldukça çarpıcı. Eski ajan röportajında bir dönem tüm dünyada olduğu gibi Varşova Paktı ülkelerindeki gençliği de alev alev saran Punk Rock akımını ABD ve İngiltere’de desteklediklerini ancak akımın bizzat Batı liberalliğini, statükoyu, devlet aygıtlarını, kapitalizmi ve otoriteyi eleştiren bir öfkeye dönüştüğünü anlatmakta. Ajanın iddiasına göre CIA, Frankenstein’a dönüşen mevcut durum karşısında bu kez de “radyo dostu Punk’ı desteklemek için” önce radyo kanallarıyla anlaştı sonrasında ise fanzinlerden, plak şirketlerine hatta giyim markalarına kadar içi boşaltılmış ve anlam yıkımına uğramış yeni bir Punk konsepti yarattı. Anarşist tutumlu Punk’ın yanında yükselmeye başlayan yeni radyo dostu Punk grupları bu şekilde el altından desteklendi.
LATİN AMERİKA ÜZERİNDEKİ GÖLGE
Eski bir CIA ajanı olan ancak sonradan CIA’in kirli çamaşırlarını yazmaya başlayan (elbette sistem tarafından göz yumulan sınırlar dahilinde) gazeteci Tom Braden’ın “The Cultural Cold War” (Kültürel Soğuk Savaş) adlı yazı dizisi ise ABD eski Başkanı Ronald Reagan döneminden itibaren (1981 yılı) Birleşik Devletler’in Latin Amerika’daki sosyalist ya da ulusalcı rejimlere karşı Rock müziği bir silah gibi kullandığını, Latin ve Orta Amerika ülkelerindeki liberal ve batı yanlısı bazı Rock gruplarının bu plan dahilinde desteklendiğini açıkça ortaya koymakta. Braden’ın önemi ise aktif görev yaptığı dönemde bizzat CIA’de kültür savaşını başlatan ekibin içinde yer almasından kaynaklanıyor. Bu yazının ardından Latin ve Orta Amerika ülkelerinde CIA’in müzik ve kültürün diğer alanlarındaki operasyonlarını ele alan çok sayıda akademik çalışma da yayımlandı ve halen yayımlanmaya devam ediyor. Tüm çalışmaların ortaya koyduğu gerçek ise tarihçi John Charles Chasteen’in “Latin Amerika Tarihi” kitabında net şekilde vurguladığı sonuç ile kesişmekte: Orta ve Latin Amerika ülkeleri için eski efendiler (Portekiz, Fransa, Hollanda, İngiltere, İspanya vb.) sömürgeci ve emperyalisttir. Coğrafyanın bağımsızlığının ardından ise temelde tek bir sömürgeci, emperyalist güç geriye kalır: ABD! Dolayısıyla “Gringo” diyarından gelen her kültürel akıma şüpheyle yaklaşılır. Bugün bile Orta ve Latin Amerika Rock sahnesinde otantik, yerel sosyo-kültürel değerleri, konuları ve sorunları ele almayan Rock gruplarına çok itibar edilmemekte.

ROCK MÜZİĞİ İŞKENCE ARACI YAPTILAR
Yalnızca CIA değil ABD ordusu da Rock müziği geçmişte stratejik bir savaş aracı olarak kullandı. Uluslararası medya kuruluşları ve insan hakları derneklerinin araştırmaları bu gerçeği yıllardır gözler önüne sermekte. ABD’nin Irak ve Afganistan işgallerinde köylere yüksek sesle Deicide’ın “Fuck Your God” ya da Metallica’nın “Master of Puppets” parçası dinletilirken esir alınan insanlara ise geceleri son ses “Death Metal dinletildiği” ortaya çıkarıldı. Panama’nın işgali esnasında ülkenin Başkanı Manuel Noriega, Vatikan Büyükelçiliği’ne sığınınca ABD ordusu sabah akşam demeden binayı son ses Van Halen’ın“Panama” şarkısıyla inletti. ABD’nin Küba’daki insanlık utancı cezaevi Guantanamo’da ise yargılamaları henüz süren insanlara 16 saat boyunca “Black Metal müzik” dinletildiği ve çoğu kez cezaevindeki din görevlilerinin ya da sağlık çalışanlarının tepkileri dolayısıyla müziğin kapatıldığı ortaya çıktı. Bu toplama kampında esir tutulan insanların yarısından çoğunun ise hiçbir suça iştirak etmediği yargılamalar sonunda anlaşıldı. Metallica’dan, Megadeth’e, Pantera’dan, Slayer’a Heavy Metal gruplarının müziklerinin işkencelerde kullanıldığı böylece ortaya çıkarken bu grupların elemanları ise yapılan bu işkencelere ayrıca destek verdiler. (Tarih unutmaz!) Peki, kimler isyan edip orduya dava açacak kadar öfkelendi bir bakalım mı? Massive Attack, Audioslave, Rage Against the Machine, Napalm Death, Sepultura, Pearl Jam ve birkaç grup daha… Sizce aralarındaki fark nedir? İkinci grupta tecimsel kaygının oldukça geri planda olması ve içlerinde gerçekten “anarşist-sistem karşıtı” diyebileceğimiz grupların bulunması! İkinci grupta yer alanların çoğunluğu aktivist yönleriyle de ön plana çıkmaktalar. Kısacası bu gruplar insanlık onuruna aykırı faaliyetlere karşı doku uyuşmazlığına ve büyük bir öfkeye sahipler.
DEMİR PERDENİN ARKASI
Batı bloğuna değindik ancak elbette SSCB de kendi kültür propagandasını Soğuk Savaş dönemi boyunca tüm dünyaya yaymaya çalıştı. SSCB’nin kuruluşundaki üç ana figürden birisi olan Joseph Stalin’in pozitif bilimleri yeniden yorumlatarak yarattığı ideolojik “Yeni Sovyet İnsanı” modeli ya da tüm Doğu Avrupa’daki bilimsel gelişmeyi engelleyen “Lisenkoizm” akımı her alanda kendisini gösterdi. 20. Yüzyılın önemli ve yaratıcı klasik müzik bestecilerinden Dmitri Şostakoviç, Sergey Prokofyev, Aram Haçaturyan, Sosyalist Gerçekçi edebiyat geleneğinin öncüsü Maksim Gorki, Rus toplumunun dönüşüm tarihinin büyük anlatıcısı kabul edilen Nobel Edebiyat ödüllü Mihail Şolohov, Gogol oyun yazarlığı geleneğinin en parlak yıldızlarından Vladimir Mayakovski gibi isimler Sovyet resmî ideolojisinin büyük bir parçası haline geldiler. Sinema tarihinin filozof dâhisi Andrey Tarkovski de bu gruba dahildi. Ara sıra Komünist Parti Genel Sekreterliği tarafından sıkıştırılsalar da ideolojik çerçevenin dışında hareket etmediler. Nobel Edebiyat Ödüllü Aleksandr Soljenitsin ya da tüm Sovyet tarihinin en yaratıcı yazarı kabul edilen Mihail Bulgakov ise rejimin sevmediği, dışladığı hatta sınır dışı ettiği isimler arasında yer aldılar. SSCB’de, Kültür Komiseri Andrey Zdanov tarafından ortaya konan “kültür ve sanatta formalizm” standartlarının dışında kalan hiçbir eser topluma sunulmaya “uygun görülmedi!” İdeolojik formalizm çerçevesine giren tüm sanat ve kültür üretimlerinin dünya çapında ün kazanmasına ise büyük destek verildi.
SAVAŞIMIN KÖKENİ: KÜLTÜR HEGEMONYASI
“Kültürel hegemonyanın” tarihsel savaşımı içinde esasen öyle gizli saklı istihbarat örgütlerine falan da çok ihtiyaç yok. Kültürün üretimi tüm metaların üretimi gibi bir yanıyla da bizzat tarih içerisinde “devamlı üretime” tabi tutulan dinamik sosyal ve bireysel ilişkilerin ana parçası durumunda. Bu iddianın entelektüel literatürdeki yeri de oldukça eski. Müziğin ve sanatın tüm diğer alanlarının zaman zaman devlet aygıtı ve bu aygıtın ideolojisine bağlı sanatçılar/sınıflar tarafından kültürel bir hâkimiyet – meşru alan zemini olarak sunulmasına ilişkin tezler Karl Marx, Mihail Bakunin, Pierre-Joseph Proudhon’a kadar, romantik ya da radikal ulusalcılığın sanat ile yüceltilmesine ilişkin eleştiriler ise Alman filozof ve filolog Friedrich Nietzsche’ye kadar uzanıyor. Ancak İtalyan filozof, dil bilimci ve gazeteci Antonio Gramsci “kültürel hegemonya” kavramını en geniş çerçevede ortaya koyan ve “tarihsel toplum-kültür blokları” tezini yaratan isim olması dolayısıyla ön plana çıkmakta. “Kültür hegemonyası” olgusunu ortaya oyan Gramsci’ye göre verili tarih boyunca kapitalizm ve yönetici sınıf olarak burjuva ile sınıfın asli aracı olarak devlet her dönem sanatı yozlaştırma ve ideoloji aygıtı haline getirmede maharet sergiler. Kültürel hegemonya burjuvazinin elindeki diğer hegemonya silahlarından farklı olarak şiddet, zorbalık, tiranlık değil “kendiliğindenlik” ve “kabulleniş” yaratır halde topluma sunulmaktadır. Maskesi de metanın “toplumun üretimi” olduğu yönündeki iddiasıdır. Bu halde devlet aygıtının tüm değerleri ve yönetici sınıfların tüm tabuları, ahlak yapısı ve normları toplumların, halkların ‘norm-al’i haline gelir. Kültürel hegemonya aynı zamanda tüm sınıfların “ortak benzerliğini ortaya koyduğu” düşünülen (öyle olmadığı halde) lümpen karmaşayı da beraberinde getirir. Klasik tezlerden uzak olan Gramsci’ye göre yönetici sınıflar insanlık tarihi boyunca kapital güç ile her zaman için önce kültürel hegemonya yaratmışlardır. Kültür-sanat, entelektüel girişimler ve ahlak kavramları halkları yönetmenin temel araçları haline getirilmiştir. Gramsci’nin tüm bu birliktelik için kullandığı “tarihsel blok” ifadesi içerisinde belirli bir ideolojik ve ekonomik düzen, bloğun dinamikleri tarafından yeniden ve yeniden üretilerek enstitüler, sosyal ilişkiler ve fikirler ile topluma yayılır. Devletler ise büyük aygıt olarak bu bloğu taşıyarak destekler. “Resmi müfredat/eğitim” eleştirisi de işte bu olgular bütünlüğünden doğmaktadır.

EVRENSEL DOMİNANT KÜLTÜRE DOĞRU
Sonrasında Almanya Frankfurt düşün okulu üyeleri tarafından didik didik edilen ve tüm tarihsel süreci apaçık gözler önüne serilen kültürel hegemonya için Gramsci’nin çözüm önerisi kültürel bir karşı-hegemonya inşa etmekten geçer. Gramsci tarihsel materyalizmi takip ederek mevcut hegemonyanın sürekli yeni sosyal ilişkiler, akımlar ve fikirler geliştirdiğini ve sonunda küresel bir kültürel hegemonya (evrensel dominant kültür ifadesiyle) doğacağını, bu değerlere sahip sınıfların ve devletlerin de söz konusu alanda her türlü savaşımı vereceğini öngörebilmiştir. Kısacası 1926 yılında İtalya’da faşist Mussolini rejimi tarafından cezaevine gönderilen Gramsci hapishanede yazdığı notlarla yukarıda anlattığımız tüm olayları zamanından önce ve büyük bir keskinlikle dile getirebilmiştir.
KÜLTÜRE ATFEDİLEN ‘NORM’LAR KİTLELERİN AFYONUDUR!
Her ne kadar “ideolojik elitizm” doğurduğu eleştirisine maruz kalsa da Gramsci kendisini de bu çerçevede eleştirmiştir. Ünlü düşünüre göre gerçekten devrimsel bir karşı-kültür hegemonyası oluşmadığı sürece üretilen her kültür değeri temelde sistemin tanıdığı alan içerisinde ve bireysel özgürlük sınırları dahilinde kalacak (liberalizmin mavi gökyüzü ve bahar manzaralı olan görünmez duvarı içinde) ve asla gerçek bir özgürlük, yıkıcılık–yeniden yaratıcılık gücü taşıyamayacaktır. Bu ise kültürü pejmürde bir lümpenliğe ve içi boşaltılmış bir kültür–anlam paradoksuna gebe bırakır. Frankfurt ekolünden Walter Benjamin’in ‘Das Kunstwerk im Zeitalter seiner technischen Reproduzierbarkeit’ (Teknik Olarak Yeniden Üretilebilirlik Çağında Sanat Eseri) adlı eserinde bu büyük alan teorisine özel bir ekleme de yapılır. Benjamin, “norm tiranlığına dönüşen kültürel alanların” eninde sonunda pazar ve birikim ile işbirliği içine girdiğinin altını çizer. Benjamin ayrıca kültür ve ticari amaçların birbirlerini gerçek bir bağ kurmadan besleyebildiklerini de dile getirir.
HÜMANİZM VE DUYARLILIK OYUNLARININ BİLET FİYATLARI
Bu kritiğe örnek vererek daha anlaşılır kılalım. Örneğin Kudüs Belediyesi tarafından desteklenen küresel savaşlara karşı temaya sahip bir resim sergisi, Afrika’daki açlık dramlarına dikkat çekmek isteyen bir belgesel filme sponsorluk sunan küresel XYZ şirketler grubu, kapitalizm karşıtı eleştiri ortaya koyan düşün klasiklerini basan bankaların kültür yayınevleri, ekonomik sıkıntılar, vergiler, baskılar ya da kıyımlar neticesinde Anadolu tarihi boyunca gerçekleşen isyanları resmi düşüncelerinde “başkaldırı – başıbozukluk” olarak değerlendirenlerin Anadolu’daki isyanları ele alan bir tiyatro oyununu “sanatseverler” olarak izleyip “insanların acısı için!” gözyaşı dökmesi vb. Başa dönüyoruz! Pejmürde ve kadük hale gelmeye başlayan kültür alanları ve anlamı yiten – içi boşaltılan sanat-kültür üretimlerinden asla ama asla nitelikli ve kalıcı eserler çıkmaz.
Yalnızca dayatılan kültürün dahil olduğu değil hiçbir sözde “egemen” üretim ilişkisini “doğal nitelikli” ve “kendiliğinden” kabul etmeyin! Uyanık, farkında, tabusuz, ahlak normlarını yıkmış özgür bireyler ve zihinler olarak kalın!
EMRE DOĞULU
Bu yazı Cihan Barış Özkan’a adanmıştır!
Felsefe tarihindeki son büyük varoluşçu filozoflardan diyebileceğimiz İngiliz düşünür Colin Henry Wilson’ın başyapıtı kabul edilen ‘Yabancı’ kitabını çevirmek herkesin harcı değildi. Cihan Barış, kitabı adeta Wilson ile birlikte yazmışçasına net, ruhuna – felsefesine giren ve incelikli bir üslup ile çevirmişti. Öyle ki yorumlar ve eklemeler de yaparak kitaba ek değer ve derinlik katmıştı. DeliKasap – Rock N Roll Kültürü Mecmuası’nda tanıtımını benim yaptığım bu muazzam eser Franz Kafka, Albert Camus, Jean-Paul Sartre, T. S. Eliot, Ernest Hemingway, Hermann Hesse, T. E. Lawrence, Vincent van Gogh, George Bernard Shaw, William Blake, Friedrich Nietzsche, Fyodor Dostoyevski ve Georgi Gürciyev gibi düşün devlerinin zihinsel ve ruhsal dünyasına girmekteydi. Wilson eserinde yabancıyı “Hümanist karakteri dolayısıyla çok fazla görür. Çok fazla duyar” alıntısıyla özetlemekteydi. Cihan Barış da çok gören ve duyan bir fikir emekçisiydi ve sonunda o da bu dünyanın yabancısı olmuştu.
“Size yapılmasa bile dünyadaki her haksızlık için öfke duyuyorsanız, siz de benim yoldaşımsınız” der Ernesto Che Guevara… Cihan gibi yoldaşlar işte böyle insanlardır ve tam da bu gerekçeden dolayı yabancılaşırlar. Daha nice nitelikli entelektüel birikimler ve üretimler sunacak böylesine dostlar yittikçe bu dünyadan aklıma Pablo Neruda’nın sözleri gelir hep: “Bütün çiçekleri koparabilirsiniz ancak baharın gelişini engelleyemezsiniz.”
Son kez, Hasta siempre tavariş Cihan!
