Yavşaklık Virüsü

Çok efendi, harika bir çocuk tanıyordum. Uzun süre görmeyince ortak bir tanıdığıma sordum. “Hiç sorma” dedi tanıdık; “seninki çok değişti, yavşaklarla takıla takıla, yavşağın teki oldu.”
Yavşak bit yavrusu demek. Argodaki kullanımını nasıl tarif edebilirim: Sözünün eri olmayan, murayilik yapan, işine geldiği gibi konuşan, bedel ödemeyen, sorumluluk almayan, kıblesi; izanı bulunmayan kişi. Yine argodan gidersek, “harbi”nin veya “delikanlı”nın tersi.

Yıllardır en korktuğum hastalıklardan biri budur. Yavşaklık bir virüstür; grip gibi kalabalık ortamlarda yayılır, verem gibi karanlık mekanları sever, frengi gibi cinsel yollardan bulaşır, kanser gibi kararlı bir şekilde sizi ele geçirir. Yavşaklık en çok mavra yoluyla geçer. Yavşak insanlarla bir arada olursanız yavşak oluverirsiniz.
Müzeler, kitapçılar, harika meyhanelerle dolu Beyoğlu’ndan hortlak gibi kaçmamın en önemli nedeni her köşesinden yavşaklık fışkırması olabilir mi? Beyoğlu’nu mendil kullanmayı bilmediği için kimsenin el sıkışmak istemediği bir hapşırıklıya benzetirim. Oysa ömrü Beyoğlu’nda geçtiği halde hiç de yavşak olmayan şerbetli insanlar tanırım. Bazen sorarım kendime; örneğin Fatih’in Çarşamba’sına bir kez bile “yavşak” dememişken, zavallı Beyoğlu’na çok mu yükleniyorum?
Üniversiteye girdiğim ilk yıl, her nasılsa, Kürtler hakkında tam bir yavşak gibi konuştum. Aslında hiç inanmadığım sığ bir düşünceyi, sırf kampüsteki çocukların gözüne girebilmek için pervasızca söyledim. Meğer aramızda sosyoloji son sınıfta okuyan bir Kürt varmış. Bu çocuk beni herkesin içinde eşek tekrar suya gidene dek dövdü. Öyle bir dayak yedim ki gözlerim karardı, nefesim tutuldu. Üstelik tüm bu dayak sırasında ne o, ne ben, ne de diğer insanlar yerlerinden kalktı. Elleri dert görmesin, Kürt arkadaş, baştan sona tutarlı ve mükemmel bir konuşmayla bana hayatımın en faydalı dayaklarından birini attı.
Herkesin içinde tam bir aptal durumuna düşmüştüm. Şimdi sıra bendeydi. Ne yapmalıydım?
Kalabalığın içinde bana dostça bakan birkaç kişi gördüm. Dostça bakışlarıyla şunu söylüyorlardı; “Boşver bu ukala Kürt’ü. Gel seninle karanlık bir köşeye çekilip mavra çevirelim. Bizle beraber olursan o kadar güzel sohbet ederiz, bu yenilgini öyle bir yorumlarız ki, sonunda kendini haklı çıkarır ve iyi hissedersin. Bunun için yapman gereken tek şey aramıza katılmak.”
Kundera, London, Tolstoy, Nesin, Kemal… Sizlere ne kadar teşekkür etsem az. Siz olmasanız, bana sevecen gözlerle bakan o kişilerin şefkatli kollarına atlamam an meselesiydi. O sınavdan geçtiysem bunda en çok sizin hakkınız var.
“Haklısın” dedim Kürt arkadaşa. “Tam bir aptal gibi konuştum, kendimi rezil ettim. 18 yaşın zayıflığıyla yeni yeni bulduğum veya bulduğumu sandığım ‘ben’liğimi göstermek ve beğendirmek için bir hödük gibi davrandım. Hatalıyım ve hatamdan ötürü hem senden, hem de diğer arkadaşlardan özür dilerim.”
Bu özürden sonra “taraftar”lar gözlerini benden kaçırdılar. Ayrıca alkış filan da kopmadı. Kürt arkadaş temkinli bir saygı ile beni süzmekle yetindi, diğerleri çekti gitti. Anladım ki, dürüstlük yavşaklık kadar pırıltılı olmayabiliyor.
Geçen hafta birkaç kuruluşun ortak olduğu ve benim yönettiğim bir projenin mail grubuna, ortak kuruluşlardan birinde çalışan tanımadığım bir kız mesaj attı. Kız tüm gruba attığı mesajda projeyi yaralayabilecek bir hata ile ilgili uyarı yapıyordu. Yavşak değilse bile “küstah” olarak yorumlanabilecek bir karşılık yazıp “reply all” yaptım: “Bu kişi kimdir? Ve neden böyle didaktik bir tonla konuşuyor?”
Yarım saat sonra kızdan sadece bana attığı bir yanıt geldi. Uzunca sayılacak metinde tek bir ima veya kişiselleştirme yoktu. Uyarısının gerekçelerini yazmış, baştan sona pozitif ve yapıcı bir dil kullanmış, hiçbir şoseye sapmamış, tamamen saf ve zeki bir metin.
Mesajı okudum ve kadim sınavlardan birine daha girdiğimi anladım. Şimdi ya rütbeme güvenerek küstahlığımı “yavşaklık” mertebesine çıkartacaktım ya da gardımı düşürüp kızı takdir edecektim. İkinciyi seçtim; önce teke tek yanıtla, sonra bu yanıtı mail grubundaki herkesle paylaşarak ve şimdi bunu köşeme alarak takdirimi ilettim.
Boşboğazlık insanı yavşak yapmaz. Ama hatayı kabul etmeyip özür dilememek bizi tam bir yavşak yapar. Beyoğlu’ndan bunca nefret etmemin nedeni, ortamın boşboğazlığa çok müsait olması sanırım. Yürürken bile kontrolün kalabalığın elinde olduğu bir yerde birilerine çarpmadan ilerlemek mümkün mü? Çarptığın kişilerden özür dilemezsen, ulaştığın noktanın kıymeti kalır mı?
Günışığı’nı en çok genç arkadaşların okuduğunu biliyorum. Onlarla (eğer bir yavşaklık olarak görmezlerse:) yıllar içinde öğrendiğim ve çok değer verdiğim bu bilgiyi paylaşmak istiyorum:
İnsan olduğumuz için hırs, iştah ve isteklerle dolu ham varlıklarız. Kapitalizm bizim bu hamlıklarımızı kışkırtıyor. Sosyalizm ise bizden zayıflıklarımızla yüzleşmemizi ve hayatımıza hükümdarlık edecek kadar adil olmamızı istiyor.
Kapitalizm ve sosyalizm iki ayrı sistem. Birinin ahlaklı dediğine öteki ahlaksız diyebilir. Ahlaksızlıkla kazandığı paralarla okul yaptırıp, aklınca Allah’ı da kafalamaya çalışan kişiye “ahlaklı” demek kapitalistlerin işi, sizin değil. Farkında mısınız bilmem; herkes sizi tartıyor. Sizin de kafanızda bir tartı olmalı. Okuduğunuz, izlediğiniz ve dinlediğiniz oranda bu tartının hassaslığı artacak.
Bu satırları yazıyor olmam beni bir ermiş veya ahlak timsali yapmayacak. Çünkü son tura kadar sınav devam ediyor ve yarınki ‘ben’in, bugünkü “ben’i utandırmayacağını ben dahil, kimse bilmiyor.
Hata yapabilirsiniz. Özür dilemek, özeleştiri getirmek sizi büyütür, virajlardan savrulup gitmenizi engeller. Hatanızı kabullenme cesaretini göstermeyip, taraftarların mavra ortamlarına sığınmak hep önünüze gelecek cazip bir seçenek.
Oraya bir kez sığındınız mı, virüsü kaptınız demektir.

Bu yazı ilk olarak 05.04.2010 tarihinde Birgün Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Paylaş

Önerilen Haberler

Bir yanıt yazın