Cream’den Velvet Revolver’a “süpergrup” nedir ne değildir

Öncelikle nedir bu “supergroup” hadisesi, onu açıklamayı borç biliriz.

Üyeleri; bir önceki projelerinde ses getirmiş, kendi tarzını ve kitlesini oluşturmuş olan elemanlardan oluşan, çoğunlukla bir “boşta olma” durumundan doğan veya ortalığı dağıtma niyetiyle oluşturulan gruptur süpergrup ya da ecnebicesiyle supergroup. Başarı şansı %50 gibi oldukça tehlikeli sularda yüzmektedir. Zira ortada devasa bir risk vardır; ya müthiş bir kimya tutturulacak ve yeni bir sayfa açılacaktır ya da her eleman kendi geçmiş müzik kariyerini mumla aratacaktır. İşte tam da bu risk nedeniyle süpergruplar rock piyasasında her daim ilgi çeken başlangıçlarla girer piyasaya. Bazısı tek albümde kalırken, bazısı şaşırılacak şekilde iyi olur, bazıları ise ilgi çekmediği halde ısrar ve inatla devam eder yoluna. Yazar da elinden geldiğince objektif olarak, olamadığı noktaları ise okuyucunun insafına bırakarak en dikkat çeken süpergrupları ele alıyor; sadece çizgiroman dünyasında değil rock sektöründe de “The Avengers” tarzı hareketlerin damga vurabildiğini anlatmaya çalışıyor.

VELVET REVOLVER

Yazarın ilk sırada bu gruptan bahsetmesinin nedeni , en büyük şahsi obsesyonlarından birinin onu yönlendirmesi değil. Sadece süpergrup toplanmalarında en dikkat çeken buluşmayı gerçekleştirebildikleri için bu listede ilk sırada yer almaktalar. Guns N’ Roses’ dan kopan silahlar (Duff, Slash, Matt) tek atımlık bir kurşun olarak, Stone Temple Pilots’ın eski solisti Scott Weiland’ı (R.I.P.) seçer. 2004’te ilk albümleriyle yeterince ses getirirler ama gerek solisti kimsenin benimseyememesi, gerek yarattıkları zorlama “sert rock ‘n’ roll çocuğu” tarzının GN’R’ın yarattığı doğal tarzla alakasız olması nedeniyle bir türlü istedikleri noktaya gelemezler.

Slash’in tartışmasız “fevkaledenin fevkinde” riff’leri, yaratıcı ve yeterince gaza getirici klipleri, aralara serpiştirdikleri güzel ve “az giyinmiş” kızlar, Matt’in kararlı vuruşları ve Duff’ın duruşu gruba Grammy de getirir. Ama bir yandan da Dave Kushner gibi bir köşede durup gitarını çalan ve dikkat çekmeyen tavrıyla tüm kompozisyonu bozan bir gitariste, çoğu seyirciyi irite edebilecek şekilde oryantal hareketler sergileyen bir soliste sahiptirler. Dikkat çekme kaygısı en büyük özelliklerinden birini oluşturan rahmetli Scott Weiland’ın davranışları da işin içine girince, tüm bunlar grubun 2004’te başlayan yolculuğunun 2007’de bitmesine sebep olur. Geriye kendileriyle yapılan her röportajda dile getirdikleri “Biz bir bütünüz, ayrılık yalan, müthiş anlaşıyoruz” sözleri kalır.

Her şey bir yana, 2007’de çıkan Libertad albümü “eh işte” olsa da ilk albüm Contraband’in kesinlikle hakkını vermek gerek. Albümün kapağının çekiciliği bir yana, Illegal i Song, Set Me Free, Dirty Little Thing gibi harika eserler 2000’lerde tam da ihtiyaç duyulan türden noktaları yakalayan parçalardı. Aynı albümden Slither da çoğu kişinin bu albüme ve gruba alışma aşaması görevini görmekteydi. İlla ki Libertad albümünü dinleyeceğim diyenler içinse She Builds Quick Machines iyi bir seçenek.

AUDIOSLAVE

1999-2000 yıllarında en altın dönemlerini yaşamış olan ve en sakin insanları bile sinir harbi ile sisteme karşı gelme isteğiyle doldurup taşıran Rage Against the Machine’in tüm dünyaları, “anger is a gift” sözünün vücut bulmuş hali olan solistleri gruptan ayrıldığında başlarına yıkılır. Ama grup elemanları sistem karşıtlıklarındaki kararlılıklarıyla doğru orantılı olarak, yola ayrı devam etmemeye de kararlıdırlar. Sonuç olarak dahiyane fikir prodüktörlerinden gelir: Neden Chris Cornell’i (R.I.P) aramıyorlardı ki?

90’ları Soundgarden ile Badmotorfinger ve Superunknown gibi 2 kült albümle kapatan müteveffa Cornell, Euphoria Morning gibi özellikle tüm eski dinleyicilerini kaçırmak amacıyla yapılmış gibi duran bir albümle 90’ları sessiz bir şekilde kapatmıştır. Tom Morello, Tim Commerford ve Brad Wilk, Chris Cornell ile biraya gelir, ilk önce Civilian adıyla kurulurlar; albümleri çıkmadan ilk konserleri duyurulur, herkes elleri kalbinde bekliyorken grubun dağıldığı haberi gelir. Neyse ki 2002 yılında debut albümleri, gruplarının da ismi olan Audioslave adıyla yayınlanır; sonuç ise şaşırtıcıdır! Soundgarden ve RATM gibi birbirinden çok alakasız iki ayrı kitle de grubu benimsemiş, albümü 1 numaraya kadar çıkarmışlardır.

“Cochise”, “Show Me How To Live”, “The Last Remaining Ligth”, “I Am The Highway” dahil olmak üzere şarkıların hepsi birer hit olur ama grubun en üst level’a çıkması ise aynı albümden “Like A Stone” ile gerçekleşir. İlk konserlerini Ed Sullivan Theatre’ın çatısında (yazarın kesinlikle önerisidir bu konser aynı zamanda) verirler, bunu takip eden her konserleri ise hem eski hayranları hem de yeni tanıyanlarıyla dolup taşar. 2005’te ikinci albümleri Out Of Exile gelir. Başta ilk albümleri kadar “patlamaya hazır bomba” etkisi taşımadığı izlenimi yaratsa da, sürpriz Be Yourself’tir, şarkı Audioslave denildiğinde ilk akla gelenlerden olur biranda. Aynı albümden Doesn’t Remind Me ve Your Time Has Come gibi hitler çıkadursun, grup Küba’da konser veren ilk ve tek Amerikalı grup olur, performansı DVD olarak da piyasaya sürerler. 2006’da ise Revelations yayınlanır, Google Earth işbirliğiyle bir “special marketing” kampanyası dahi yapılır, albüm kapağına da bu kampanya bağlantılı başka bir görsel konulur.

Albümle aynı adı taşıyan Revelations ve Original Fire dışında her şarkı bir önceki albümden daha başarılı bulunur. “Yeni albüm var yeni turne yok” açıklamasını takiben 2007’de resmi olarak dağılır grup.

Diğer süpergrupların aksine kendi tarzını oturtabilmiş, sanki “hep varmış” hissi yaratıp tüm zamanların en iyi süpergrubu ilan edilen ve 2000’lerin başında gittiği yol yol olmayan “rock”ı kurtardıkları söylenebilecek Audioslave dağılmış olsa da, daha önce eski grupları için de “asla” kelimesini kullanan elemanlar göz önüne alındığında yeniden birleşmeleri hayal değil gibi gözüküyor.

RATM yeni albüm çıkarmadan da sırf “Reunion” kelimesiyle bile binlerce insanı konser alanlarına akın ettiriyor, Chris Cornell ise 2010’dan beri yeniden biraraya geldiği Soundgarden’la yoluna devam ediyor. Yazarın grupla ilgili önerisi ise Lollapalooza 2003 konserlerinin izlenmesidir.

MAD SEASON

Bu grup ve ilk-tek albümleri hakkında denilebilecek tek bir söz var o da “deney”.

Sadece merhum Alice In Chains anısına dinlenilmeli diye düşünülmemesi gereken bu grup aynı zamanda Pearl Jam’den Mike Mcready, Screamin Trees’den Barrett Martin ve The Walkabouts’dan John Saunders’ı biraraya getirmesi açısından bile ilgi çekici. İlk albümlerinin karakteristik kapağı, “grunge soslu deney”leri ve şimdiden bir efsane konumuna geldiği rahatlıkla söylenebilecek performansları “Mad Season Live At the Moore” ile çok ayrı bir konumda duruyor. Zamanla efsaneleşen tek albümleri sonradan tekrar yayınlandı, bunun şerefine mini röportaj ve belgeseller hazırlandı.

90’lar tadını almak için mükemmel seçimlerden biri olacağı da başka bir gerçek.

CREAM 

Rock tarihinin ilk süpergrubu Cream, kısa sürede en çok izleri bırakanlardan.

Eric Clapton’ın başı çektiği grupta diğer üyeler ise Jack Bruce ve Ginger Baker. Blues rock-psychedelic rock-hard rock derken, 1960’ların da rock sahnesiyle birleşen bu karışım kendi çizgisini yarattı. Eric Clapton için insanlara “E.C. is God” yazdıracak kadar!

Yazarın şahsi favorisi White Room olsa da, Cream 1960’lardan bu yana günümüze bir çok kült eser bırakmasının dışında, o dönemde ergenliğini ya da çocukluğunu yaşayan pek çok müzisyeni etkilemesi açısından da önemli bir grup. 1966-1968 arasındaki kısa tarihlerine pek çok efsane konseri de sığdırmışlardır buna ek olarak. İlk reunion’larını 1993’te Rock and Roll Hall of Fame’e girerek yaşayan grup 2005’te tekrar Reunion olayını gerçekleştirdi. Daha sonra bu “ilk süpergrup” başka bir gruba da kaynak oluşturdu; Cream’den ayrılan Clapton ve Baker ile Traffic’ten ayrılan Steve Winwood güçlerini Blind Faith’te birleştirdi ama sadece 1 yıl ayakta kalabildiler.

TEMPLE OF THE DOG

90’ların rock dinleyicisi için Temple Of the Dog ve aynı adlı tek albümleri şüphesiz ki çok şey ifade edecektir. Mother Love Bone’un ölen solisti Andrew Wood anısına birkaç şarkı karalanır, Soundgarden’dan Chris Cornell ve Matt Cameron, Mother Love Bone’dan geriye kalan Mike McReady, Jeff Ament ve Stone Gossard ile stüdyoya girer. Ekibe Eddie Vedder da katılınca hem Pearl Jam’in temelleri atılmış olur hem de ortaya kendilerinin de beklemediği bir başarı çıkar. Hunger Strike anında hit olur, klibi MTV’de sürekli olarak dönmeye başlar. Call Me A Dog,All Night Thing ve içerisindeki Mcready solosuyla Reach Down birer klasik haline gelir. PJ20 döneminde verilen konserlerde, 2011 yılında bir Reunion dedikodusu gezse de, halen bu dedikodunun yalanlanmamış olması istekleri daimi tutuyor.

DEAD WEATHER

White Stripes’ın dehası Jack White’ın, yanına The Kills’ten dişi karizma kütlesi Alison Mosshart’ı alarak yarattığı bu harika oluşumun diğer isimleri Queens Of the Stone Age’ten Dean Fertita ve The Raconteurs’tan Jack Lawrence. White ve Mosshart’ın hem imaj olarak birbirlerine çok yakışmalarının dışında, bir Garage Rock topluluğu olarak da yapabileceklerinin en iyisini yapıyorlar. Referans klip/şarkıları kesinlikle Treat Me Like Your Mother; bu klip ile ne oldukları ve bundan sonra ne yapacakları kestirilebilir. En son Hell On Wheels için yaptıkları kulaklara hitap eden eserleriyle isimleri malum ortamlarda sıkça geçse de, yine de yaratıcılıklarına ters orantılı olarak oldukça yavaş ilerlediklerini de belirtmek gerek.

KINGS OF CHAOS

Belki de bu yazının yazılmasına sebebiyet veren en son supergroup haberinin biricik öznesi olan bu grup, sevenleri için hem büyük bir risk hem de düğün dernek kurdurtacak kadar mükemmel bir haber anlamına geliyor. Risk olmasının sebebi, hepsi ayrı ayrı birer efsanenin içinde yer almış olan bu elemanlar, ya hep birlikte yine efsanelere imza atacaklar ya da bilgisayar başında izlenen canlı performanslarının kötülüğüyle sevenlerinin “biz sizi böyle hatırlamak istemiyoruz” şeklinde gelişen öfkesine maruz kalacaklar (Yazarın öngörüsü öyle bir şey olmuyor, olmayacak, hepsi ‘krallar’ gibi çalıp söyleyecek).

Ekipteki isimler eski (ama herkes için ‘hala’) Skid Row solisti Sebastian Bach, Guns N’Roses’tan Matt Sorum, bir türlü istediği yere gelemiyormuş gibi görünen Duff McKagan, Gilby Clarke, Deep Purple’dan Glenn Hughes, Def Leppard’tan Joe Elliot ve Billy Idol gitaristi Steve Stevens (hatta yazının tekrar yazar tarafından üzerinden geçildiği şu dakikalarda 1 adet Myles Kennedy ya temelli ya konuk olarak solist kimliğiyle yer almakta).

Bittabi bu isimlere sahnede eski kankaları da eşlik edecektir. Daha tam teşekküllü bir organizasyon gibi durmasalar da umuyoruz ki uzun soluklu ve ülkemize de bir soluk vermek üzere gelecek olan bir oluşum olurlar.

Long Live Rock N’ Roll!

Not: Yazı Müşra Demir’e, güncel vurgulamalar ise Delikasap editörlüğüne aittir. Bu arada ne yazık ki yazarın bazı re-union dilekleri asla gerçekleşemeyecek zira büyük müzisyenler; Chris Cornell’ı da Scott Weiland’ı da bu yazının yazılmasından sonra yıldızlara uğurladık.

Tüm “süperadamlar”, ve “süperkadınlar” ışık içinde yatsınlar.

 

Paylaş

Önerilen Haberler

One Comment

Bir yanıt yazın