ROCK KARŞI-KÜLTÜRDE ANARŞİST VE FELSEFİ ELEŞTİRİLER

İlk Tartışmalar– Rock müzikte sanat “otorite, statü ve dinsel zorbalığa” dönüşmektedir! Rock müzikte sanatçı kült ve ilahi bir konuma yükseltilmektedir! Rock müziğin Anarşist olduğu yönünde yanlış bir değerlendirme yapılmaktadır!

Rock (Heavy Metal’i bu geniş ana çatı altında koyarak) müzisyenleri, grupları ve üretim metaları olarak şarkılarını “taparcasına” sevmek, “ilahlaştırırcasına” bağdaşım kurmak, üst kimlik tanımında analojiler yaratarak kültleştirmek, sanatı bir elitlik, zorbalık, otorite ve statü unsuru
haline getirmek… “Metalci elitizmi” içerisindeki tüm bu çocukça tartışmaların kökeni olan ve kısaca “idealizasyon” diyeceğimiz sanata ilişkin bu çekişme aynı zamanda ontolojik, varoluşsal, politik, dil bilimsel, estetik ve analitik boyutlara sahip. Sanata ilişkin söz konusu tartışma felsefe ve anarşizm tarihinde çok sayıda düşünür ve teorisyen tarafından da ele alındı. Tamamı farklı tezlere ulaştı ancak bu tezlerin bütünü genel geçer yegâne bir sonucun parçalarını da oluşturdu. Estetik ve sanat konuları felsefenin büyük bir alanıdır ve oluşumunda “insan” ile “tanrıların doğuşu / imge yaratımı” arasında net bir bağlam vardır! Bu bağlam ise kendisini dilin sınırları ile tanımlar. Tanrıların ve ilahi kılınmış olguların olduğu tüm Platon mağaralarına dinamit atmayı görev edinen işbu makalenin yazarı hem anarşist hem de felsefi bir bakış açısıyla zihinlerdeki putları havaya uçurmanın zamanı geldiğini düşünmektedir…

Elitist Rock kavgalarının kökeninde sanatın ilahlaştırılması, sanatçının da statü zorbalığına dönüşmesi yer almakta

“TEHLİKELİ” DEĞİL “MARJİNAL” ÖZGÜRLÜK

Anarşist Çalışmalar Enstitüsü’nden (Institute for Anarchist Studies – IAS) iyi bildiğimiz akademisyen Richard Green’in bir diğer meslektaşı ile birlikte editörlüğünü üstlendiği ‘Post-Punk and Philosophy: Rip It Up and Think Again! (Post-Punk ve Felsefe: Parçalayıp [yapı söküme uğratmak anlamında] Yeniden Düşünmek)[*] adlı kitabı bu yıl okuduğum en nitelikli akademik anarşist müzik eleştirisi. Rock ve bağdaşık müzikal kolların anarşist eleştirisi söz konusu olduğunda doğal olarak anarşizmi en çok içeren punk müzik öne çıkmakta. Bir başka önemli çalışma, The Anarchist Library’e kayıtlı “Music as a Weapon-The Contentious Symbiosis of Punk Rock and Anarchism” de (Bir silah olarak Müzik – Punk Rock ve Anarşizmin Çekişmeli Birlikteliği olarak çevirebiliriz) [**] Greeen’in eseriyle birlikte protest müzik olarak Punk Rock içerisindeki önemli bir noktayı vurgulamakta. ‘Tehlikeli Özgürlük!’ Ancak iki eserde de iki büyük eksiklik bulunmakta. İlki bir sanat üretimi olarak müziğin temelde liberteryen bir asiliğe sahip olması ve dolayısıyla protesto ettiği tarihsel sistemleri karşısına alabilecek kadar güçlü bir teori-pratik dinamizmi ortaya koyamaması. Bu noktada bir anarşist kavram olarak ‘tehlikeli özgürlük’ değil ancak ‘marjinal özgürlük’ ifadesini kullanmak gerekir. İkinci ana eleştirimiz ise her sanat yazını ya da eleştirisinde sergilenen ve felsefenin oldukça aşina olduğu o meşhur ayrım… Bu ayrım felsefedeki o ünlü ‘Ölümcül Ayrışma’ uyuşmazlığından başkaca bir şey değil. Alman filozof ve müzikbilimci Theodor Adorno’nun saygın estetik kritiğinde hayat bulan bu ayrışmada felsefedeki en büyük düalizm kavgalarından birisi olarak ‘ruh-akıl (Alman filozof Immanuel Kant öncesi kıta felsefesinde akıl yerine beden teması vardır)’ ikileminde estetik algının içeriğe verdiği önemi biçime (forma) vermemesi, “deneyimsel hazzın üstünlüğünü[***]” de derin düşünce yaratabilme kudretine kurban vermesini ifade eder. Adorno ve yakın-modern dönemin en büyük felsefe-kültür üretim merkezi olarak Frankfurt Okulu üyeleri bu estetik-sanat ayrımını tek vücut haline getirmek için yoğun çaba gösterseler de bu tartışmanın doğası gereği mümkün olmamıştır.

[***] Adorno, T. ‘Kierkegaard. Konstruktion des Ästhetischen’ Suhrkamp Verlag (2003) s. 253

[**] Green, R. – Heter, J.  ‘Post-Punk and Philosophy: Rip It Up and Think Again.’ Open Universe (2024)

[*] Çevrimiçi link: https://theanarchistlibrary.org/library/crimethinc-music-as-a-weapon (çevrimiçi: 22.12.2024)

***

Rock müzik anarşist değil, liberteryen öfkelidir

ESTETİĞİN ÖLÜMCÜL AYRIMI

Felsefe tarihindeki en büyük çözümsüzlüklerden birisi kabul edilen ‘Estetiğin ölümcül ayrımı’ her dönem tartışıldı. Örneğin, Alman filozof Friedrich Nietzsche’nin ilk büyük felsefi konseptini ortaya koyduğu drama sanat-felsefe eseri ‘Die Geburt der Tragödie aus dem Geiste der Musik’de (Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu) ortaya koyduğu üzere[1] sanat ve özellikle resim ve müzik Sokrates öncesi felsefesinde yüceltilen coşkun duygular ve yaratıcı tutkuyu temsilen Dionysos ile Sokrates sonrası felsefesinin mekanik, sistematik ve matematik dünya anlamlandırmasını temsilen Apollon’un metaforları arasında dalgalanıp durur. Sanat üretimi her halükârda biçem-içerik, zihinsel anlamlandırma-duygusal deneyim kısacası Apollon ve Dionysosçuluk arasında tanımlanmaya çalışılır. Alman idealizminin ve müzik felsefesinin teorik düşünsel babası kabul edilen filozof Georg W. F. Hegel’in sanat ve müzik teorilerine de böylece meydan okuyan Nietzsche, “Menschliches, Allzumenschliches: Ein Buch für freie Geister” adlı eserinde (İnsanca, Pek İnsanca: Özgür Ruhlar İçin Bir Kitap) çarpıcı bir ifade kullanır. Kıta felsefe tarihinin en tartışmalı ismi olan Alman filozof, insanlığın birlikteliği için bestelenen ve sözleri saygın Alman şair ve filozof Friedrich Schiller’in lirik şiiri “An die Freude”den (Neşeye Övgü) alınan Beethoven’in ünlü 9. Senfonisi için sarf ettiği şu cümleler ile sanatın doğuşu ve neyin yüce sanat olduğunu kendince açıklar: “İnsan, Beethoven’in Dokuzuncu Senfonisi’nin belirli bir yerinde, kendini yıldızlarla dolu bir kubbenin içinde, yeryüzünün üzerinde süzülüyormuş gibi hissedebilir; kalbinde ölümsüzlük hayali taşır. Tüm yıldızlar onun etrafında parıldıyor gibi görünürken, yeryüzü giderek daha derinlere doğru çekiliyormuş gibi gelir.”[2] Öfkeli tutkunun müziği Rock’ın akademik ya da popüler yazımında da bu coşkun ve dogmatik bakış açısı kendisini belli eder. “Heavy Metal’in Asi Tarihi” kitabında vurgulanan bir ifade ile Metallica’nın ‘Black Album’ü için yazılan yüze yakın akademik yazı içinde albümü “Marksizm”, “varoluşçu felsefe” ve hatta “analitik felsefe” ile bağdaştırmaya çalışan akademik girişimlerin varlığından bahsedilerek bu zoraki özdeşleşme faaliyetleri eleştirilir.[3] Tespitin haklılık payı vardır nitekim bu bir Heavy Metal albümüdür ve yapı söküme uğratılsa bile ne felsefi bir çalışmadır ne Marksist bir ekonomi, tarih ya da politika eleştirisidir ne de analitik bir felsefe ya da bilgi teorisidir. Dolayısıyla yukarıda bahsi geçen anarşist eleştiri eserleri bile işte felsefenin birleştiremediği bu alan içinde söz konusu iki büyük hataya düşmektedirler.

ROCK ANARŞİST DEĞİL PROTESTTİR

Rock müzik gerçekten de anarşist teorisyen ve pratisyen Alexander Berkman’ın o ünlü ‘tehlikeli özgürlük’ kavramının içine girer mi? Bu iddia Rock ya da bir başka müziğin ya da sanat eseri ve akımının ‘anarşist’ olduğu yönündeki varsayımdan doğar. Sanat üretiminin hangi yönüyle anarşist olduğu ve teoride nereye oturduğu gibi en kritik sorular sorulmadan popülist bir söylemle ortaya atılan bu iddia çok tartışmalıdır. Mümkün olan en açık ifade ile teorik altyapısı olmadan, bir teori-sentez ortaya koymadan, temelde bir toplum hareketini yaratma ve açık bir politik otorite yıkım mücadelesine girişmeden hiçbir müzik, kültür akımı ve sanat eseri ‘anarşist’ değildir. Anarşizm, teorik bir karşı politik hareketi olarak, protest ya da karşı kültür sanatını ‘dışavurumu’, ‘estetik kaygısı’ ya da ‘romantik yaratımı’ olarak sunma konusunda diğer tüm akımlardan daha üretken ve yaratıcıdır elbette ancak hiçbir akademik, politik ekol, gelenek ya da okulda üretilen sanatın da anarşist olduğuna yönelik bir bağlam kabul edilmez ve edilmemektedir de… İki elin parmağını geçmeyecek sayıda grup doğrudan anarşist ve sosyalist teorilerden esinlenerek albümler yapmış hatta içlerinde hayvan hakları, doğal yaşam ve çevrenin korunması gibi modern küresel problemler için kampanyalar düzenleyenler, yerli halklarının ya da insan haklarının savunulması için faaliyet gösterenler ya da finansal sisteme meydan okumak için Wall Street’i kapanmaya zorlayanlar bile çıkmıştır. Ancak koca bir Rock aleminin “anarşist” olduğu iddiası olabildiğince havada kalmaktadır. Rock müzik asidir ancak anarşist değildir. Rock müzik protest ve öfkelidir ancak bu liberteryen ve bireyselci bir öfkedir. Özetle Metallica’nın şarkı sözlerini Marx, Engels, Bakunin, Kropotkin gibi düşünürlerin fikirleriyle kıyaslamaya çalışmak abesle iştigal etmektir ve bu işlere girişenlerin çalışmaları popüler dergilerde yayınlansa bile neredeyse her zaman akademik kurullar ve jüriler tarafından “tez sunumu” olarak reddedilmiştir. Rock müzik ve karşı-kültürün doğal bağlamı olan geniş yelpazeye sahip o güzel alan (sanat ve müzik tarihi içerisine doğrudan girer ve küresel akademik dünyada da ağırlıkla edebiyat fakülteleriyle birlikte bu bölümlerde incelenmektedir) içerisinde ne felsefe ne anarşizm ne de sosyalizm üretimi ya da faaliyeti vardır. Ancak söz konusu alanların Rock müzik üzerinde muazzam etkileri ve yansımaları vardır.

YARATIMDAN STATÜYE UZANAN YIKIM

Burada çok önemli bir tartışmanın ortak sonucunu da ortaya koymamız gerek. Birinci Enternasyonal’de (1864-1876) Devrimci-Sosyalist Karl Marx tarafından ‘tehlikeli sınıflar’ kategorisinde tanımlanan Mikhail Bakunin öncülüğündeki anarşistlerin tasfiye edilmesi bugün bile tartışılan bir konu. Ancak sanatın toplumsal ve bireysel rolü konusunda erken dönem yazılarında bolca değerlendirme yapan iki isim de tartışma hakkında keskin bir dille “sanat felsefe ve teori üretmez ancak felsefe ve teori sanatı üretir ve yaratır” diyerek teorik çerçevede Fransız anarşist düşünür Proudhon’un fikirlerini kadük bırakmışlardır. Proudhon’un fikirleri Avrupa’da sonrasındaki tüm asi ve protest sanatların doğuşuna etkide bulunsa da sanatın kendisini değil ancak felsefesini tanımlamada her zaman eksik kalmıştır. Bir konu var ki bu üç kavgalı isim de üzerinde hemfikir… Bunca kavgaya rağmen üç düşünür de bizim yazımızın ana konusunu ortaya koyan bir ifadede ortak payda yaratırlar. Her üç düşünür de sanatın felsefesindeki büyük özgürlük karşıtı tehlikeyi sezmiştir: Proudhon “Sanatın Prensibi” eserinde “Sanatın dine, otorite ve statüye dönüşerek eser ve sanatçı temelinde kültleşmesi – Burjuva sanat geleneği” olarak keskinlikle ifade ettiği ‘idealizasyon’ vurgusu ya da “sanat eserinin/sanatçının diktatörleşmesi, zorbalaşması ve yeni statünün doğuşu…”[4] Peki müziği günümüzde anarşist eleştiri banyosuna sokmasına karşın anarşizmin temel öngörüsünden yoksun bırakarak konuyu ele alan araştırmacıların kaçırdığı bu soyut tiranlaşma ve radikal sübjektiflik neyi ifade etmektedir?

DEĞİŞMEYEN YEGANELİK OLARAK DEĞİŞİMİN ETKİSİ

Avrupa varoluşçu felsefe geleneğinin büyük sistem teorisyeni Alman filozof Martin Heidegger’in iki ayrı eserinde “Der Ursprung des Kunstwerkes” (Sanat Eserinin Kökeni) ve “Nietzsche I und II” de (Nietzsche 1. ve 2. Ciltler) vurguladığı üzere sanat eseri (Kunstwerk) bir nesne değil, varlık ve dünya arasındaki ilişkiyi ortaya çıkaran her daim yeni bir araç olduğu için esin kaynağıdır. Sanatçıyı ise (Künstler) hakikati açığa çıkaran bir aracı olarak görmek gerekir. Böylece sanatın özü (Wesen der Kunst) gerçeğin kendisini evrensel değerlerle açığa vurduğu bir alandır.[5] Harika! Ancak felsefedeki en tartışmalı ontolojik konu olarak “gerçek nedir?” sorusu hakkında birbirine düşman 14 ayrı teori bulunurken burada söylenebilecek tek şey Heidegger’in kendi “öznel gerçekliğini” tanımladığıdır. Bu boşluğa rağmen Heidegger, sanatı esrime ve coşkunluk kaynağı olarak gören Nietzsche (tarafını Dionysos ile belirler) hakkındaki eleştirisi bizi anarşist ve sosyalist teorisyenlerin uyarısına geri götürür: “Nietzsche varoluşçu esrime ve deneyimlerin sübjektif ve daimi değişken gerçekliğine kendisini öylesine kaptırmıştı ki Arthur Schopenhauer (Alman filozof) önce “insanlığın örnek öğretmeni” sonrasında ise “insanlığın / yaşamın düşmanı” olurken, Richard Wagner (Alman besteci ve müzik teorisyeni) önce aşkın/romantik insanın müziğinin yaratıcısı sonrasında ise insanlık karşıtı tüm zorba duyguların ve ‘korkunç Alman romantizminin’ despot sanatçısı haline gelir…”[6] Sanatta aşkınlık ve düşüncede idealizasyon değişkenlikleri ve sübjektifliği dolayısıyla mutlak yegânelik barındırmadığı gibi zamanla kişinin kendi coşkunluğunun dini haline gelebilmektedir. Heidegger’e anarşist bir ekleme daha yapalım ve dilbilim-zihin-analitik felsefenin zirve isimlerinden Ludwig Wittgenstein’ın birbirine zıt iki ayrı düşün dönemi örneğini (Tractatus dönemi – Felsefi Soruşturmalar dönemi) verelim. Üstelik Wittgenstein “felsefede kesinlikler vardır” demesine karşın! Kısaca en objektif ve matematik zihinle düşünen filozoflar bile sabit kalamazlar nitekim ‘öznel perspektifizmin’ asıl fikir babası, Sokrates öncesinin büyük filozofu Efes doğumlu Heraklitos’un dile getirdiği gibi hem zihinsel hem de ruhsal tüm gerçeklikler ve doğanın kendisindeki yegâne sabitlik değişimin kendisidir dolayısıyla “aynı nehirde iki kez yıkanamazsınız. Çünkü, nehir aynı nehir değildir ve siz aynı siz değilsinizdir.”

Sanat ve estetik söz konusu olduğunda değişmeyen tek gerçeklik tanımlarının daimi değişkenliğidir

SANATÇININ ANTROPOMORFİK İMGESİ

Daimî değişkenlik (biz buna felsefedeki çoğulcu gerçekçilik tanımıyla perspektivizm demeliyiz) sanat söz konusu olduğunda ‘değişmez’ bir noktasını da işaret eder. Sanatın hem bir akımın çatısı altında hem de yeni ya da avangart üretiminde, doğuşunda zaman içinde statünün kendisine dönüşmesi yani Rock karşı-kültürdeki ifadesiyle “elit” hale gelmesi. Modern sosyal antropolojinin babası kabul edilen James George Frazer’in “İnsan, Tanrı ve Ölümsüzlük: İnsan Gelişimi Üzerine Düşünceler” adlı eserinde betimlediği üzere insanlık tarihi insanın sanat ile kendi dini inançlarını her zaman bir arada yarattığını ve dinin sanatın bir kolu olarak süregeldiğini göstermektedir.[7] Dünyanın en eski kült yapılarından Göbeklitepe’yi bulan arkeolog Profesör Klaus Schmidt’in ifadesiyle “İnsan egemen olana, anlayana, yenip daha kudretlisini yaratana kadar çevresini ilham verici tanrılarla bezemiştir. Dolayısıyla gelişen toplumlarla birlikte dinin tarihi de karmaşıklaşır ancak temelinde hep aynı gerçek vardır: insanın birey olarak henüz gerçekleştiremediği hayallerinin ilhamı olacak antropomorfik (burada insan benzeri tanrısallık imajları ifadesiyle) varlıkların yaratımı ve yıkımı…” Modern döneme geldiğimizde ise önce İtalyan düşünür Umberto Eco’nun kendi alanında yazılmış en kapsamlı tarih araştırmalarından “Güzelliğin Tarihi” eserine kulak vermeliyiz: “Rönesans antik Yunan medeniyetinin ‘ideal insan’ arayışını Avrupa sanatına eklerken Roma’nın tanrısı (İsa) ilham değerini yitiriyordu. Ancak, Roma’nın tanrısı metafizik estetiğe sahip olmasının yanı sıra Avrupa’nın otantik benzerliğinin ruhu ve politik buyruğu olma gücüne sahipti ve gerçek bir toplumsal hafıza bırakmıştı ancak Avrupa’nın Antik Yunan toplumundan ödünç aldığı hümanizm fikri klasik dönem Yunan felsefesinin insana ilişkin tüm felsefi değerlerinden yoksun basit bir estetik figür olarak kurgulandı dolayısıyla hafızadaki yeri asırlarca çerçeveli bir güce sahip olamadı. Bu sebeptendir ki tüm yeni fikirler uzun yıllar boyunca Tanrısallıkla açıklanmaya devam etti.”[8] Düşünce tarihine bakın! Sanatın ve estetiğin tanrısallaşması / statüleşmesi sürecine ilişkin bu tespitlerin ne kadar doğru olduğunu göreceksiniz…

Estetiğin ölümcül ayrımı felsefenin de çözüm bulamadığı bir fenomen olarak varlığını sürdürüyor

SANATIN DİNE DÖNÜŞÜMÜ

Söz konusu tarihsel bağlamın kapsamı bu noktada da bitmez ve Hegel’in öngördüğü, kendisi egoizmin felsefesini övünerek yazmasına karşın egoizmin gerçekliğini eleştirecek kadar objektif anarşist bir tutum sergileyen bir başka Alman filozof Max Stirner’in de ‘Kunst und Religion’ (Sanat ve Din) makalesinde uyarıda bulunduğu bir noktaya geliriz: “Düşüncelerden yoksun bırakılmış, imajlarla örülmüş kayıp ‘ben’ ve ‘benliklerin’ kimlik tanımlarını yüceltilmiş ve düşüncelerden yoksun, imajlarla örülü olan diğer toplumsal benliklerle ifade etme girişimi!” Yine burada sanat/sanatçı eleştirisine büyük bir katkı sunan Alman filozof Ludwig Feuerbach’a da değinmeliyiz. Antropolojide Frazer’in, arkeolojide Schmidt’in düşüncelerine felsefede değinmiş bulunan Feuerbach, ‘Grundsätze der Philosophie der Zukunft’ (Geleceğin Felsefesinin İlkeleri) adlı eserinde tanrıyla özdeşleşen tüm niteliklerin insan doğasının gereksinimleri ve hayallerinin karşılığı olduğunu ve kaçınılmaz şekilde yıkıma uğrayacak bu algı sonucunda insanın alıştığı “tanrısallık” imgesini ‘kendisinde’ aramaya ve bulmaya çalışacağını yazmıştır.[9] Feuerbach’a göre bu durum “eserin içselleştirilmesi ve materyalist gerçekliğinden çıkarılması” anlamına da geldiği için metodolojik olarak “gerçekçi olmayan bir tanım yaratır.” Biz Heidegger’e yönelttiğimiz eleştiriyi burada Feuerbach’a da yönelteceğiz. Hangi gerçek ve hangi ontoloji? Yine de insan Feuerbach’ın vurguladığı süreci yaşadığında ve hayaller henüz kendilerini gerçek kılmadıklarında kendisine yeni ilham kaynağı olarak tanrıları değil yine insanları örnek alacaktır. Yeni tanrımız insan! Teknoloji tapınıcılığı ağır ağır tahtına geçse bile söz konusu insanın yaratıcı eserleri olduğunda halen ataları gibi kendine benzer tanrısallıklar kurgulayan insan! Ve insanın tarihi bir yanıyla da birbirine düşman kılınan tanrı imgelerinin kanlı savaşlarıyla dolu. “Benim hayalimin, dünyamın, zevklerim ve beğenilerimin mutlak harikalığının/doğruluğunun/gerçekliğinin yegâne kaynağı, bana harikaları sunanım, sana seninkileri sunandan çok daha yücedir!” “Aslına bakarsan bu niteliklerin hiçbiri seninkileri sunan kişi/grup/eser/sanat/müzikte yoktur bile!” Kulağa tanıdık geliyor mu? Elitist Metalci kavgası? Ah, geldik mi Avusturyalı filozof Martin Buber’e değerli okuyucu?

‘ICH-DU-ES’ DİYALOĞU

Şimdi hiçbir sanatçının bir diğerinden “mutlak” olarak üstün olmadığını, hiçbir sanatın / müzik eserinin ya da sanat akımının bir diğerinden “mutlak” olarak daha harika olmadığını ve hiçbir sanatçının ayrıca siz değerli insanlardan, kıymetli bireylerden, Rock dinleyicilerinden de üstün antropomorfik bir kült/totem/ilah olmadığını anlamada kritik noktaya geldik. Varoluşçuluğun dilbilimsel teorisyenlerinden Martin Buber’in “Ben-Sen” (Ich-Du) ve “Ben-O” (Ich-Es) diyalektiğine dayanan ‘diyalog felsefesi’ne bu noktada yolumuz düşmekte. Diyalog felsefesine göre öncelikle insan bir nesne değildir ve varoluşunu “Ben-Sen-O” ile tanımlar ve yaşar. ‘Ich-Es’ diyaloğunda bir başka varlık ve nesne ile olan deneyimimiz ifade edilirken ‘Ich-Du’ diyaloğunda ‘Sen’ bir ayrı nesne/varlık olarak görülmez ve ‘Sen’ olan ile belirsiz sınırlarla ayrılmayan bir bağdaşlık kurulur. Buber ‘e göre ‘Ben’ diğer tüm ‘O’ olanlarla farklı ilişkilere sahiptir ve ‘O’ bu açıdan deneyimlenen dünyayı da temsil eder. ‘Sen’ denildiği anda ise deneyimlenen yabancıların dünyası değil deneyimlenen kişisel ilişkiler dünyasının kapısı açılır. ‘O’ olanlarda anlamlandırma, kavrama ve betimleme dış deneyimlerin etkisi altındadır ancak ‘Sen’ olanda anlamlandırma, kavrama ve betimlemede benim aklımdaki ve ruhumdaki tanımlar atfedilmeye başlar. ‘O’ tanımadığımı betimlemede ‘Sen’ ise aşinalığım ve öznel tanımım olanı betimlemede kullandığımız ifadelerdir. ‘Sen’ tanımı “benim sana yüklediğim anlamların topluluğudur”[10] ve tanım benim yüklediğim anlamlarla dolu olacağı için ‘Sen’ aslında ‘Ben’ olarak da tezahür etmiş bulunur. Buber, “Ich und Du” (Ben ve Sen) kitabında Nietzsche’nin ahlak eleştirisi sunan “Bizi iyi ya da kötü kılan kendi eylemlerimiz değil, başlarının eylemlerimiz hakkındaki yargılarıdır” ifadesini de kullanarak “Senin benim hakkımdaki değerlendirmen, benim senin düşüncelerinde özdeşleşme yaşadığımı gösterir. Beni yüceltebilirsin, beni karalayabilirsin. Sana ilham vereceğimdir ya da öfkelendireceğimdir…” açıklamasıyla net bir bakış açısı ortaya koyar. Buna benzer bir ifadeyi kullanan William Shakespeare de “Beni sev ya da nefret et, her ikisi de benim lehime… Eğer beni seversen, her zaman kalbinde olacağım. Eğer benden nefret edersen, her zaman aklında olacağım” demektedir. Shakespeare’in bağdaşımı, seslendiği kişi burada ‘O’ değil ‘Sen’dir. Aynı eserinde Buber ‘Sen’ ifadelerinin ‘O’ ifadesinden farklı olarak bir dışsal deneyim değil ruhsal iç özdeşleşme sağladığı için bütünüyle sübjektif bir gerçekliği ortaya koyduğunu da ifade eder. Her ne kadar Buber “mutlak Sen”i Tanrı ile özdeşleştirerek felsefenin töz arayışındaki en dayanaksız kaynağı yani tanrıyı (şahsi fikrimdir) ileri sürse de hepimiz “en harika grup”, “en iyi müzik onlarınki”, “dünyanın en bilmem nesi”, “en baba/sağlam/karizma” dediğimiz sübjektifliğimiz içerisinde hep “O” dediğimiz şey ile kurduğumuz ilişkiye karşı ‘Ben’ olmayan ama bana benzeyen ‘Sen’e” dayanan tartışmalar başlattığımızın farkında bile değiliz. Tartıştığımız konular ve tartıştıklarımız ise ‘O’dur. Evet, Buber bunu da söyler: “Sen’ zihinde ‘Ben’e dönüşmeye başladığı anda (tersi de doğrudur) fiziksel olarak bu mümkün olamayacağı için derin özdeşleşme yaşanır. Bu duygu ilahidir ve bu özdeşlikten sadece ilahlarla ilgili düşünceler doğar.” ‘Sen’ ve ‘Ben’in birbirine imgeler / imajlar yoluyla dönüşmesi (ve doğal benzerlikler yaratması) ayrıca bir sanat eylemidir. Yukarıdaki düşünürler ne demekteydi? Kültleşmeye, statüleşmeye ve tanrısallaştırmaya uzanan estetik ve sanat tapınıcılığı ile kimlik inşası ve ifade etme biçimleri…

DEĞERİN NORMUNU DEĞERLENDİREN BELİRLER

Kısacası Rock camiasının “ilahi” / “metafizik” mertebesine yükselttiği sanat üretimini, akılda “statü”, “elit zirve”, “olağanüstülük” konumuna konulan sanat eseri ve sanatçının anlamını ve değerini, tüm bu belirleyici ve tanımlayıcı olan normları bizzat bu camianın insanları yaratmakta. Değerler bütünüyle Metalhead dostum, senin dışavurumun ve yansıman… Metalci elitizmin (ve aslında Heavy Metal’deki çoğu kavganın ve ortodoks tutumların) kökenlerindeki tüm çocukça tartışmalarının arka planında işte bu kutsallaştırılan mitlerin radikal tapınıcısı haline gelmiş bir zihinsel işleyiş yer almakta. Bize düşen hiçbir sanatı, sanatçıyı tanrısallık, kutsallık mertebesiyle algılamamak ve bütünüyle tabulardan uzak halde, dar kalıplı bakış açılarını yıkarak tüm “tanrısallaşan” ve “kutsallaşan” metaların totemlerini yıkmaktır. Anlamamız gereken bir diğer husus ise herkesin kendi sübjektif sanat üretimlerini ortaya koyabilme potansiyeline sahip olduğudur. İlham verenleri “İlahiyi sunan”a çevirmemeliyiz! Bu istasyonda artık Hegel’in müzik felsefesi ve teorisinin sert bir eleştirisini yapmak ve anarşist kritiğin müzik felsefesine yönelik yapı sökümüne de girmek zorundayız. Bir sanat ve anlamlandırma/anlatım biçimi olarak (dilbilim felsefesi) müzikte “mutlaklar” ve diyalektik kesinlikler var mıdır? Estetik biçemler, bireysel dışavurumlar, öznellik ve yaratıcılığın doldurduğu müzikte mutlak bir felsefe teorisi söz konusu olabilir mi?  İlahileştirilenler geçmişinin imajının “ekmeğini yiyerek” aslında finansal jeneratörler haline mi gelmişlerdir? İlham sunan-veren- alan ilişkisi sanatı sonunda doğaüstü bir inanca mı dönüştürür? İkinci tartışmalarda bu kritiklerle karşınızda olacağız!

Uyanık, farkında, tabusuz, ahlak normlarını yıkmış özgür bireyler ve zihinler olarak kalın!

[1] Nietzsche, F. ‘Die Geburt der Tragödie aus dem Geiste der Musik: Aus dem Geiste der Musik.’ Insel Verlag (2000) s. 164-167

[2] Nietzsche, F. ‘Menschliches, Allzumenschliches: Ein Buch für freie Geister’ Hofenberg (2016) s. 224

[3] Öztürk, E. ‘Heavy Metalin Asi Tarihi’ Epos Yayınları (2022) s. 77-78

[4] Proudhon, F. J. ‘Sanatın Prensibi’ Öteki Yayınevi (2016) s. 108-110

[5] Heidegger, M. ‘Der Ursprung des Kunstwerkes’ Vittorio Klostermann (2012) s. 100-102

[6] Heidegger, M. ‘Nietzsche I und II’ Klett-Cotta (2020) s. 65 (İkinci cilt)

[7] Frazer, J. G. ‘İnsan, Tanrı ve Ölümsüzlük: İnsan Gelişimi Üzerine Düşünceler’ Alfa Yayınları (2023) s. 64

[8] Eco, U. ‘Güzelliğin Tarihi’ Doğan Kitap (2016) s. 285

[9] Feuerbach, L. ‘Grundsätze der Philosophie der Zukunft’ Henricus – Edition Deutsche Klassik (2021) s. 53

[10] Buber, M. ‘Ich und Du’ Gütersloher Verlagshaus (1999) s. 91

DeliKasap | 666+2 | 20. Yıl Metallica Özel Sayısı

Paylaş

Önerilen Haberler

Bir yanıt yazın