Rock Off 2017 Yerli’de belki de bir ömür boyu unutulmayacak o dans
Şebnem Ferah indi sahneden. Sıra, MFÖ’de idi. Sahne düzenlemesi yaparken ben de olabildiğince önlere yaklaşmaya çalışıyordum. Ne de olsa Özkan Uğur’u izleyecektim. Evet, özellikle Özkan Uğur’u.
Tam da istediğim yerdeydim. Sahnenin sol tarafında. Böylece Özkan Uğur tam karşımda olacaktı. Sahne saati yaklaşıyordu ki şöyle bir etrafa bakayım istedim, baktım da…
Arkamda, sanırım 4-5 metre ötemde bir kız. Daha doğrusu binlerce kişinin arasında bir kız. Tamam tamam, yani benim dikkatimi çeken tek kişi olarak “o” kız. Farkında olmadan gülümsedim. Bir anlığına, çakan şimşek sonucu gökyüzünün çok kısa süreliğine aydınlanması gibi. O kadar. Farkına varır varmaz önüme dönmem ve utanmaya başlamam bir oldu.
O bir anlık gülümseyişin birkaç saniye sonrasında, bir de baktım yanıma gelmiş. İyi de bakalım benim için mi? Sonuçta sahne önüne yakın olmayı herkes ister ve hazır boş yer varken o da bu şansı değerlendirmek istemiş olabilirdi.
Konser henüz başlamamış ve kafamın içinde ilginç bir tartışma dönüyordu. Eski Türk filmlerine gittim bir anlığına. Kırlardan koparılan ufak bir çiçeğin beğenilen kıza verilmesi saf, temiz, belki de karşılığı beklenilmeyecek kadar yüce bir hareketti. Bunu bir konser alanına uyarlamak istedim. Cüzdanımda her zaman bir pena taşırım. Pena (çiçek niyetine) = gitar = müzik. Formüle bakın hele!
Penayı uzatmamla bana elini uzatması ve ismini söylemesi bir oldu! İsmi bende kalsın.
Dedim ki: “Eğer bir kağıt, bir de kalemim olsa, sanırım dilimin ucuna gelen, ama şu an söylemekte zorlandığım (utandım ya, utandım be uf!) şeyleri karalayabilirdim.”
Dedi ki: “Kağıt ve kalemim yok, ama telefonumda not defterim var. Al, yaz.”
Telefonun dijital klavyesi öyle küçüktü ki, yazmakta zorlandım. Bir an, “Ne minik elleri var” diye düşündüm. Zor da olsa bir şeyler yazabildim, ama kaydetmeden ona uzattım. Böylece severse onda kalabilir, sevmezse de… Neyse.
Kaydedip etmediğini görmedim. Telefonundan hemen kendi telefonumu arayıp numarasını da alabilirdim, ama yapmadım. Çünkü amaç bu değil, karşı tarafın da benden beklentisi bu değildi. Güvenini boşa çıkaramazdım. Ve sonra…
Kalbimden öyle şeyler dökülüyordu ki o an, isterseniz “anlık heyecan” deyin, bilemedim. Bu arada, MFÖ gelmişti bile. Hatta 3 numaralı şarkı, “Ah Bu Ben”e gelmişti sıra. Dayanamadım, hiç bilmiyor olmama rağmen dans teklif ettim. En azından bir sağa bir sola tik-tak saat gibi hareket edebilirdik.
Sarıldı, sarıldım. O ana kadar şarkılara eşlik etmeyen sevimli kız, tam da o an MFÖ’yü susturmuş, kendi solo konserine başlamıştı kulaklarımda. Ve hala utanmakta olan, ama bunu yenmeye çalışan ben de saçma sesimle eşlik etmeye. Ardından “Sarı Laleler” geldi. Şarkı arasında ufak sohbetler ve “Yandım.”
Hakikaten yanmış olabilirdim. Bu arada domates çorbası pek severim, mercimek de. Teklif ettim. Belki bir gün, dumanı üzerinde iki tas çorba, iki çift göz, karşı karşıya…
“Yalnızlık Ömür Boyu” çalıyordu MFÖ’den. Derken bir telefon. Ekranda “Annem” ibaresi. Saat tam da 00:00’a yaklaşıyordu. Sanki Külkedisi masalı gibi…
– “Geç kaldım, gitmeliyim.”
– “Nerede yaşıyorsun?”
– Uzakta…”
Ve önce ellerimiz, sonra gözlerimiz ayrıldı. Ne ısrar edebildim, ne de peşinden gidebildim. “Acaba yazdıklarımı kaydetmiş midir telefonuna” diye kendi kendime söylenirken, bir yandan da “Az evvel ne yaşadım ben yahu? Bu nasıl bir his, nasıl bir şeydi?” diye düşünmeye başladım. Tam da o sırada “Benim Hala Umudum Var” çalmaya başladı. Aslında konser orada bitmişti. Şimdi gerçekler acıtmaya başlamıştı. Üzerinden günler geçti… Belki bir ömür geçecek. Şu anda da “Ah Bu Ben” çalıyor, ama bir farkla…
İstanbul, senden bir kez daha nefret ettim, yalan yok.