SOUND OF METAL: SESSİZLİĞİN KURU GÜRÜLTÜSÜ
Heavy Metal, bazı kişilerce “kuru gürültü”ye benzetilir. “Kulağa hoş gelen her türlü müziği dinlerim” diye başlar cümle ve “…metal hariç” diye biter. Metal müzik, baş ağrıtır, gereksiz patırtı ve böğürtü içerir. Tencereyi ters çevirip kepçeyle delicesine vursalar yeridir, böyle de anlamsız bir müziktir!
twitter.com/evrenunal
Oysa ki, gerçek bir müziksever, en zengin enstrüman kullanımının, en çok notanın ve en geniş vokal aralığının heavy metalde kullanıldığını bilir. Metalin ‘sert’ sesi bir anlamda hayatın sesidir. Gündelik hayatın gürültüsü ve temposu içinde duyup duyabileceğinizin bütün sesleri anlamlı ve ahenkli bir bütünlüğe kavuşturur. Siyah renkle özdeşleşmiştir, ama müziğin tüm renklerini içinde barındırır.
Metal, hayatın sesidir diyorduk. Peki, hayatın sesi metal midir? Yoldan geçen araçların korna sesleri, çocuk bağrışmaları, gök gürültüsü; hatta kafamızın içinden bize seslenen şeytanlar…
Geride bıraktığımız sene, yönetmen Darius Marder’ın ‘ilk filmi’ olarak Amazon Studios vasıtasıyla gösterime giren Sound of Metal; neyin kuru gürültü, neyin hayatın senfonisi olduğuna, giderek işitme duyusunu yitiren heavy metal bateristi Ruben’ın (Riz Ahmed) hikâyesiyle kafa yormamızı sağlayan bir film olarak önem arz ediyor.
Filmi önemli kılan şey, baş karakterin bir “işitme engelli” olması değil. Sinemada, engelli bir karakter ile izleyicinin önüne, oyun masasına dağıtır gibi düzinelerce kağıt mendili boca ederek duyguları manipüle etmek; kör göze parmak bir başarı hikâyesi koymak kolaydır. Bu tercih iyi veya kötüdür, bu ayrı konu. Filmin neden önemli olabileceğini, çocukluğumdan beri artarak ilerleyen işitme kaybından muzdarip bir koklear implant kullanıcısı olarak, filmin içine giremeyen izleyici için izah etmeye çalışacağım.
Bilindiği üzere Hollywood; ne olduysa bir süredir günah çıkarırcasına siyahların, veganların, LGBTİ+ topluluklarının ve devlet aygıtı tarafından tarih boyunca bir şekilde ‘öteki’ olarak damgalanmış azınlıkların ekrandaki temsiline daha bir özenli yaklaşır oldu. Bunda tabii ki internet çağında azınlık haklarına yönelik artan farkındalık çalışmalarının ve film/dizi sektörünün refleks olarak bu trendi sahiplenmesinin büyük payı var. On sene önce, “ne kadar kalburüstü bir hikâye” diye öve öve bitiremediğimiz yapımlar bile günümüzün sosyal gerçekliği içinde eğreti durabiliyor bu bağlamda.
Sinemada işitme güçlüğü yaşayan bireylerin ve dahil oldukları komünitelerin durumuna bakarsak, durumun henüz tam anlamıyla iç açıcı olduğu söylenemez. Son zamanlarda bu konuda daha fazla görünürlük olduğu kesin. Hush ve A Quiet Place gibi korku filmlerinin yanı sıra Toy Story 4 aklıma gelen ilk örnekler. Ancak bu görünürlüğün işitme güçlüğü çeken kişileri ne derece temsil ettiği tartışmalı bir durum. İşitme kaybı, farklı seviyeleri olan ve genellikle zaman içinde artarak ilerleyen ve kişinin ‘duyduğunu anlama’ konusunda zorluk çekmesine sebep olan bir olgu. Ben bu durumu bozuk bir piyanoya benzetiyorum. Piyano çalışır gibi görünüyor; ancak bazı tuşları basmıyor, bazı tuşları ise doğru sesi vermiyor. Beyin, bu bozukluğu çözebilecek bir dekoder olmadığı için seslerden anlamlı kelimeler bütünü oluşturmakta zorlanıyor. Bu yüzden, bir filmde işitme cihazı ya da implant takarak her durumda kolayca iletişim kurabilme temsilini gösteren yaygın dili sorunlu buluyorum. Sanki o piyano mucizevi bir şekilde tamir ediliyor ve kişi hiçbir şey yokmuş gibi kapının ardından rahatlıkla konuşup kalabalık ortamlarda takılabiliyor.
Sound of Metal ise; bu üstünkörü yaklaşımı bozarak, işitme duyusunu aniden yitiren bir baş karakter etrafında gelişen hikâyesiyle, meseleye tam anlamıyla içeriden bakmakla kalmayıp, izleyiciyi de yer yer karakterin yerine koyup filmi bütünsel bir deneyime dönüştürmeyi başarıyor. Filmdeki –Oscar’ı kucaklayacağından şüphe duymadığım- müthiş ses kullanımı, bu ‘deneyimi’ sağlayabilmek için gizil bir araç görevi görüyor. Dış dünyadaki sesler, denizin dibini boylarcasına Ruben’dan uzaklaşıyor; sesler bozuluyor ve boğuklaşıyor, adeta bir ‘kuru gürültü’ye dönüşüyor.
Odyolog, Ruben’e bir süre gürültüden uzak durması gerektiğini söylüyor. Ekmeğini “gürültüden” çıkaran bir müzisyen için bu bambaşka bir dünya anlamına geliyor. Bunun sonrasında hayatında yeni bir sayfa açılmasıyla çıktığı ‘farklı’ bir yolculuğa tanık oluyoruz. Aynı zamanda sevgili olan iki müzisyenin karavanla atıldığı ‘sex, drugs & rock’nroll’ serüveni; Ruben’in kopuş anından sonra sessizliğin ve dinliğin içindeki mütevazı bir kültürle tanışması ve o kültüre dahil olmasıyla devam eden farklı bir yolculuğa evriliyor. İçsel olduğu kadar da dışsal bir yolculuk bu. Dışsal, çünkü gürültünün frekansı değişiyor sadece. Düşene bir tekme daha vurmaktan gocunmayan Amerikan sağlık sistemi yüzünden sessizliğin içinde bile o vaat edilen dinginliğe ulaşamıyor.
Darius Marder’ın filmini önemli kılan şey işte tam olarak bu. Hikâyenin odak noktasında işitme kaybı yaşayan bir genci değil; bu kaybın nasıl yeni anlamlar yarattığını, farklı duyguları beslediğini ve içsel dinginliğimize nasıl kavuşabileceğimizi gösteriyor. Film; işçi sınıfından bir bateristin hayatındaki bu dönüm noktasını “hepimiz engelli adayıyız” sığlığı ile bir başarı öyküsüne dönüştürmekten ve mucizeler göstermekten kaçınarak, inişleri ve çıkışlarıyla sıradan bir insanın hikâyesi gibi gösteriyor bize. Bu noktada karakterle empati kurma konusunda genel izleyiciyi de yormuyor; ‘öteki’ bir karakteri/karakterleri aramızda dolaştırıyor. Hatta öteki kavramını ortadan kaldırıyor; sistem tarafından oluşturulan sıfatların, dayanışma modeliyle önemsizleşebileceğini vurguluyor ve seyirciye bu ikircikli durum üzerine düşünme ve sorgulama imkânı tanıyan güzel bir frekans yakalıyor.
Metalin Sesi, hikâye anlatımındaki ve kurgudaki başarısının yanı sıra Riz Ahmed ve Olivia Cooke’un sivrilen oyunculuklarıyla 2020’nin en iyi filmlerden biri. Belki de bu zamana kadar karakteriyle en yoğun empati kurabildiğim film ayrıca. Sırtını kolayca yapabileceği halde, karakterin işitme kaybına yaslamıyor. Bu herkesin içine girebileceği türden bir dram, bir yol filmi. Asla ağlak değil ve size mutlu bir hikâye, bir başarı öyküsü vaat etmiyor. Zaten, neden böyle bir öyküye ihtiyacımız olsun ki?
DELİKASAP DERGİ’NİN NOTU: 2001 yılından bu yana gerek basılı dergilerimizle gerekse de dijital medya alanındaki duruşumuzla mücadeleyi sürdürüyoruz. DeliKasap, karşı kültür ve eleştirel popüler kültür yayıncılığında bağımsız bir hattı koruyarak kültür hayatına mizahi, sert ve “rock’n’roll” müdahalelerde bulunuyor. DeliKasap Dergi’ye vereceğiniz her destek, daha kaliteli video içerikler, özel röportajlar, basılı dergiler ve daha nitelikli yayınlar yapabilmemize katkı sunacak. DeliKasap Dergiyi destekleyiniz. Bağımsız yayıncilığa güç veriniz.
DeliKasap Dergi basılı ve dijital yayınlarımıza abone olabilir, bizleri patreondan destekleyebilir ya da koleksiyon sayılarımızı ayrı ayrı edinebilirsiniz…